Bir devir kapandı ama…
Çarşamba akşamı itibarıyla Türkiye siyasetinde bir devir kapandı, bir başka devir açıldı. Fiili başkanlık sistemi resmen başladı. Dış politikada da, iç politikada da Cumhurbaşkanı Erdoğan eskisinden çok daha etkili olacak.
Umarım Cumhurbaşkanı’nın artan etkisi Türkiye’nin sorunlarının çözülmesine, çözülmeyenlerin de aşılmasına yol açar. Kürt sorunu biter, Lozan azınlıklarının ve Alevilerin mağduriyetleri giderilir, ifade özgürlüğünün önündeki tüm engeller kalkar, vize muafiyeti konusunda Türkiye’nin feda edemeyeceği tek şey terörle mücadele olur.
İsrail, Mısır, Kıbrıs gibi alanlarda farklı bir üslup ve politika benimseneceğini zannetmiyorum. Bu konulardaki ilerleme zaten Cumhurbaşkanı’na rağmen değil, O’nunla birlikte ve O’nun onayıyla sağlanmıştı.
AB ve ABD’yle ise ne Türkiye’nin, ne de muhataplarının daha fazla sarsıntıya dayanabileceğini sanıyorum. Vize muafiyetine ilişkin Cuma günü Cumhurbaşkanı tarafından yapılan açıklama Batı’dan kopuş olarak değil, teröre verdikleri desteğin kesilmesi anlamında okunmalı diye düşünüyorum.
***
Ancak siyaset son derece dinamik ve diyalektik bir süreç. Bazen Erdoğan gibi güçlü aktörlerin tercihleriyle, bazen sistemdeki dalgalanmalarla, ama genellikle de aktör, yapı ve fikir arasındaki etkileşimle şekilleniyor. Binlerce değişken aynı anda devreye giriyor, sonuçlar beklentilerin çok ötesinde oluyor.
Bu yüzden yeni dönemin nitelikleri konusunda bir şey söylemek için çok erken. Daha otoriter bir anlayışın hakim olacağını söylemek için de, fiili başkanlığın hukuki başkanlığa dönüşeceğini iddia etmek için de. Şu aşamada söyleyebileceğimiz şey nasıl bir Türkiye’de yaşamak istediğimiz.
Ben daha demokratik, daha az gerilimli, daha az sorunlu, eşitlikçi, hukukun üstünlüğünün hakim olduğu, insan haklarına ve imzaladığı uluslararası bağıtlara saygılı, dediği dünyada dinlenen, çatışma çözümüne önem veren, yatırımları ve turistleri çeken, ihracatını arttırabilen, gücü test edilemeyen, belli başlı aktörlerle barışık bir ülkede yaşamak istiyorum.
Hayalci değilim. Neyin olabileceğini, neyin olmayacağını, biz değişsek bile PKK’nın kolay kolay değişmeyeceğini, IŞİD’in Türkiye’yi tehdit etmeyi sürdüreceğini biliyorum. Sınırlarımızın hemen ötesindeki istikrarsızlıkların da bizi zorlayacağının farkındayım.
Pek çok AB üyesinin Türkiye’den oldum olası hoşlanmadığını, kimilerinin hoşnutsuzluklarını açıkça ifade ettiğini, kimilerinin de diğerlerinin arkasına saklandığını görüyorum. Amerika, Rusya ya da İsrail ile ilişkilerimizin iyi olmasını istemem onların her yaptığını beğendiğim ya da benimsediğim anlamına gelmiyor.
Neredeyse her yazımda dünyayla barışmamız gerektiğini yazmam Türkiye’nin çıkar ve beklentilerini dünya siyasetinde ancak konuşarak, ikna ederek, başkalarının stratejileri içinde anlam ifade ederek koruyabileceğine inanmam yüzünden.
***
Söylenmesi gereken bir başka şey de bir önceki dönemin hakkını vermek gerektiği ve Ahmet Davutoğlu’nun tüm olumlu ve olumsuz yanlarıyla tarihe geçeceği, hatta şimdiden geçtiği. Emin olun Türkiye’nin dış politikasını şekillendiren çok az insandan ileride Ahmet Davutoğlu kadar çok söz edilecektir.
Türkiye’nin dış politikası üstünde çalışanlar doğrularıyla ve yanlışlarıyla Davutoğlu döneminden, dünya siyasetine etkisinden bahsedeceklerdir. Şimdiden hakkında yazılmış tezler, düzenlenmiş konferanslar, çoğu eleştirel sayısız makale var. Sevsek de sevmesek de kabul edelim ki Davutoğlu pek çok açıdan istisnai bir insandı. Türkiye için benimsemesek de bir vizyonu vardı.
Davutoğlu’nun yaptıklarını ve yazdıklarını eleştirdiğim de, övdüğüm de oldu. Ama bir insan ve akademisyen olarak her zaman sevdim, saygı duydum. Doğrusunu isterseniz siyaset dışı kalacağını pek sanmıyorum. Partisine karşı takındığı tutarlı tavrın seçmenleri tarafından unutulacağını hiç zannetmiyorum. Ama siyasette bundan sonra var olsa da olmasa da bugüne kadar yaptıklarının, yazdıklarının öneminin tescil edilmesi gerektiğine inanıyorum…