Yavuz adına bir köprü daha lazım

Osmanlı tarihinde bugünü en fazla etkileyen politik aktör kimdir diye sorsanız, tereddüt etmeden Yavuz Sultan Selim derim. Dün açılışı yapılan İstanbul Boğazı’ndaki üçüncü köprüye adı verilen bu padişah devrinde atılan kimi adımlar hâlihazırda yaşadığımız sosyal ve siyasi süreçlerin temelini oluşturuyor.

Öncelikle o güne kadar bir “Avrupa devleti” olarak gelişen Osmanlı’nın yüzünü Ortadoğu’ya çevirmesi Yavuz devrinin stratejik adımlarından biri. Ama bu adım da aslında bir Avrupa devleti olarak diğer Avrupa devletleriyle rekabetin gereği olarak atıldı. Yavuz’un amacı Müslüman toplumlarının liderliğini ele geçirmek değil, Avrupa devletlerinin başlıca zenginlik ve güç kaynağı olarak görülen Doğu Akdeniz-Hint Okyanusu ticaret rotasını kontrol altına alabilmekti. Ne var ki Mısır’ın ve Basra Körfezi’nin kontrol altına alınmasıyla gerçekleştirilen bu çok önemli jeostratejik hamle için aslında çok geç kalınmıştı.

Daha doğrusu, hem Doğu hem de Batı açısından hayatî değeri olan Hint ticaret yollarını kısmen kontrol altına almayı sağladığı için önem taşıyan “Mısır’ın fethi” aslında bir “karşı hamle” anlamı taşıyordu. Çünkü Ümit Burnu’nu çoktan keşfetmiş olan Avrupalılar Hint Okyanusu’na hem ticarî hem de askerî filolarını kolayca sevk etme imkânı bulduktan sonra başvurulan bir çareydi Mısır Seferi...

Bilahare Portekiz’in Hindistan ticaret yolları üzerindeki kontrolünü kırmak için Osmanlı Donanması’nın Kızıldeniz ve Hint Okyanusu’nda girişeceği büyük çaplı askeri operasyonlar da son tahlilde fazla bir işe yaramayacaktı. Çünkü Yavuz döneminde Osmanlı düzeni zirve konumuna ulaştığında Batı kapitalizminin işleyişi çoktan önemli bir aşamaya gelmiş bulunuyordu. En başta sınai üretim fabrika düzeninde yapılmaya başlamıştı. Dolayısıyla ticari rekabette Avrupa karşısında Osmanlı dezavantajlı durumdaydı.

Ama bütün bu dezavantajlı şartlara rağmen bugün bize Yavuz’un kurmay kadrosundaki donanım ve analiz derinliğini de gösteren “Güney”e yönelik jeostratejik hamle belki de Osmanlı’nın ömrünü uzatan bir aşı vazifesi gördü.

***

Osmanlı’nın ömrünü uzatan bir diğer aşı ise bilhassa jeokültürel asetleri sahaya sürerek gerçekleştirilen politik birlik hamlesiydi. Bu çerçevede Şah İsmail yönetimine karşı elde edilen askeri başarı gerçekte Anadolu nüfusunun politik birliğini korumaya yönelikti ve ofansif olmaktan ziyade defansif bir duruşla elde edilmişti. Yani Osmanlı ordusu İran’ı fethetmek üzere yola çıkmamış, aksine Safevilerin Anadolu’yu kontrol altına alma girişimine cevap verilmişti.

Dönemin sosyal ve siyasi şartları içerisinde Anadolu’daki Türkmen aşiretlerinin de dâhil olduğu o mücadeleyi yanlış yöne çekerek “Alevi düşmanlığı” konusuna bağlamak gerçekten haksızlık…

Yavuz’un Safevilerle mücadelesi çerçevesinde İran devletinin yanında yer alan Alevi Türkmen aşiretlerine yönelik katliamlar yaptığına ilişkin inanış tarihin çok dar bir perspektiften okunmasının sonucu. Osmanlı devletine karşı İran devletinin yanında yer alan aşiretlerin tamamının Alevi olduğu da, bunların Alevi oldukları için hedef alındığı da söylenemez. Yavuz’un ordusunda yer alanların tamamının Sünni olması da söz konusu değil zaten. Dolayısıyla Osmanlı devlet güçleri ile Anadolu’daki bazı aşiretler arasındaki anlaşmazlık ve silahlı mücadele bir “mezhep kavgası” olarak değerlendirilmez.

İhtilaf esas itibarıyla özellikle Fatih’ten itibaren merkezi bir imparatorluk yapısına geçmeye çalışan Osmanlı Devleti’nin feodal unsurları denetim altına almaya yönelik politikasına karşı Doğu Anadolu’daki Türkmen aşiretlerinin direnişi ve merkeziyetçi imparatorluk yerine daha adem-i merkeziyetçi Safevi İran’ına yakınlık duymalarından kaynaklanıyordu. İran’ın Anadolu’daki Türkmen aşiretlerinin çoğunlukla Alevi inanışına mensubiyetlerini politik amaçla değerlendirmeye çalıştığı da doğrudur. Ancak esas olarak mesele mezhepler arasındaki inanç kavgasının değil, sosyolojik ve politik çekişmelerin sonucudur.

***

Elbette Anadolu’daki Sünni-Alevi kırılmasının başlangıç noktasında Yavuz döneminin Osmanlı-Safevi çekişmesinin ve bu çerçevede oluşan problemlerin yer aldığını inkâr etmek ve dolayısıyla Alevi vatandaşlarımızın kolektif hafızasındaki Yavuz imajının yok yere oluştuğunu söylemek mümkün değil. Bugün en ciddi toplumsal yaralarımızdan biri olan Alevi sorununu çözmek için iki tarafın da gayreti ve fedakârlığı lazım. Sadece İstanbul Boğazı’nda değil, toplumsal kesimler arasında da köprüler kurmak zorundayız.

En önemli köprüyü ise bilgi kirliliğinden oluşan bir denizin üstüne kurmak lazım. Sözgelimi Alevi vatandaşlarımız arasında yaygın bir inanış haline gelen bazı şehir efsanelerini kerameti kendinden menkul televizyon yorumcuları değil, gerçek tarihçiler vuzuha kavuşturmalı. Sözgelimi Yavuz’un emriyle “sistemli bir soykırım uygulanarak 40 bin Alevinin katledildiği” iddiası dönemin kaynaklarını ve arşiv belgelerini inceleyen ciddi akademik tarihçilerin hiçbirinin “gerçek” kabul etmedikleri bir iddia. Buna rağmen böyle zehirlerin bazı ağızlara sakız yapılması hem yanlış hem de çok tehlikeli. Onun için diyorum, en önemli köprüyü bilgi kirliliğinden oluşan denizin üstüne kurmak lazım diye...

***

“Yavuz’un Kürt aşiretleriyle ittifak siyaseti” ise artık başka bir yazının konusu…

YORUMLAR (11)
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
11 Yorum