Şerif Mardin’e kulak verseydik keşke
Hayat tarzı meselesi bizim ülkede ne yazık ki gündemden düşmeyen bir tartışma konusu. Çünkü toplum kültürel bakımdan homojen değil. Hatta fazlasıyla heterojen. Bizim toplumda birbirinden farklı kültürlere sahip ve dolayısıyla birbirinden farklı biçimde yaşayan kesimler var. Ama dünyanın her tarafında var bu. Kiminde daha az kiminde daha fazla ama var. Bazı ülkelerde bu kültürel farklılıklar “yönetilebiliyor”; bazılarında ise gerilimlere, çatışmaya ve giderek kaosa, hatta yıkıma yol açabiliyor.
Dikkat ederseniz, dünyada etnik çatışmalar veya mezhep kavgaları sosyo-ekonomik bakımdan gelişmiş, müreffeh ülkelerde görülmüyor pek. Bunun sebebi insanların refaha ulaşınca kimlik problemlerini veya kültürel tercihlerini bir kenara bırakmaları değil. O ülkelerde refahı sağlayan faktör neyse sosyal düzeni ve uyumu sağlayan da o. Yani adalet dağıtabilen bir hukuk düzeni… Kanun önünde eşitlik… Temel hak ve özgürlüklerin güvence altında olması...
“İnsan çeşit çeşit, yer damar damar…” Sosyo-ekonomik gelişmişlik seviyesi ne olursa olsun her çağda, her ülkede ve her toplumda farklılıklar olur. Olması da zaten sıhhat işaretidir. Daha doğrusu mevcut olanların görünür de olabilmesi bir toplum için sağlık belirtisidir. Hem farklılıklar birbirini beslediği, zenginleştirdiği için hem de o toplumda adaletin ve fırsat eşitliğinin sağlanabildiğini gösterdiği için… Bizim bugün haklı olarak çok övündüğümüz Osmanlı tecrübesi farklılıkların birliğini ve uyumunu temin ederek bunların bireşiminden işleyen bir sistem kurup yaşatabildiği için başarılı bir tecrübedir. Tıpkı mirasçısı olduğu Roma İmparatorluğu gibi. Sağlıklı bir toplumsal bünye ve başarılı bir siyasi örgütlenme modeli bu farklılıkların uyumunu sağlayabildikleri ölçüde sağlıklı ve başarılı sayılabilir.
Demek istediğim şu: Biraz önce etnik çatışmaların veya mezhep kavgalarının görülmediğini söylediğim müreffeh topluluklar da vaktiyle bu sorunları yaşadılar ve bunlara büyük ölçüde çözüm bulabildiler. Gelişmiş Avrupa ülkelerinin bugün yabancı düşmanlığı ve İslamofobi olarak tezahür eden yeni bir toplumsal sorun dalgası karşısındaki çaresizlikleri ise bahsettiğim tarihî tecrübe ışığında alabildiğine tartışılıyor bugünlerde ve çözüm yolları konusunda Avrupalı düşünürlerin ve sosyal bilimcilerin ortaya attığı her teze okuryazar kesim kulak kesiliyor.
Bize gelirsek… Bir yandan imparatorluk yapısının mirası olarak bir yandan da modernleşme sürecinin yan etkileri olarak gündeme gelen bir “toplumsal bölünmüşlük” meselemiz var. Bazıları buna hayat tarzı kavgası diyor. Bugünlerde “yılbaşı kutlamaları” konusu üzerinden yeniden nüksetmiş, daha doğrusu yeniden su yüzüne çıkmış olan bu mesele aslında güncel siyasi gelişmelerden veya siyasi mekanizmalardan bağımsız işleyen toplumsal bir hadise. Elbette siyasetteki gelişmelerin yönüne bağlı olarak gelişmesi ve siyasetin dilinden etkilenmesi, buna göre güç kazanması veya zayıflaması söz konusu olsa da özünde toplumsal bir konu. Dolayısıyla bu konuda sosyal medyada yapılan küfürlü tartışmalardan ve hatta siyasetçilerin ne dediğinden çok sosyal bilimcilerimizin ne dediğine bakılması gerekirdi.
Gerçi sosyal bilimcilerimiz çoğunlukla güncel problemlerimiz üzerine genelgeçer ve klişe lafların ötesinde orijinal yaklaşımlar geliştirmekte çok mahir görünüyor olmasalar bile istisnalar da yok değil. En önemli istisnalardan biri de yaşayan en büyük sosyal bilimcimiz Şerif Mardin.
Geçen yıl aramızdan ayrılan Halil İnalcık için yazdığım yazıda “Devlet-i Âliye” yazarına neden “en büyük tarihçimiz” dediğimi açıklama sadedinde şunu söylemiştim: “Çünkü bilim problem çözme işidir ve Osmanlı tarihine ilişkin en fazla problemi Halil İnalcık çözmüştür.” Takdir edersiniz ki yaşayan sosyal bilimcilerimiz içinde en fazla problemi çözen veya daha bilimsel tabirle çözüm modeli öneren isim de Şerif Mardin’dir.
Ne var ki sosyoloji ve siyaset bilimi sahalarında yüzlerce makalesinin her birinde gerek Türk toplumunun yapısına gerekse siyasi kurumların işleyişine dair problemleri çözmekle uğraşmış olan Hoca’nın adını bazıları ilk defa bundan 10 yıl önce gazeteci Ruşen Çakır’a verdiği bir röportajda söyledikleri üzerine işitmişlerdi. Bugün 90’lı yaşlarını sürmekte olan Mardin Hoca o gün ayaküstü ifade ettiği “mahalle havası” ve “mahalle baskısı” terimleriyle bir tartışmanın fitilini ateşlemişti. Ama bu tartışma Türk toplumunun problemlerini anlayıp çözüm bulmaya yönelik değildi; tıpkı bugün yapıldığı şekliyle toplumsal kesimlerin temsilcilerinin kendi tribünlerine kahramanlık gösterisi yapmalarına zemin olan bir tartışmaydı.
İki “mahalle”nin temsilcileri sahaya çıkmış, AK Parti iktidarı döneminde dindarların laiklere baskı yapıp yapmadığını “tartışmış”lardı. O günlerde AK Parti iktidarını demokratik olmayan yöntemlerle devirme seçeneğini de tartışmakta olan Kemalist kesimin düzenlediği Cumhuriyet mitingleri, eşi başörtülü cumhurbaşkanı istemiyoruz kampanyaları, Anayasa Mahkemesi’nin 367 kararı ve nihayet iktidardaki AK Parti’ye açılan kapatma davası bu tartışmanın sıhhatini zaten baştan belirlemişti. Ne var ki tartışmanın galibi -aynı zamanda o yıl yapılan iki büyük seçimin de galibi- olan AK Parti ve toplum içinde bu partinin destekçileri oldu ama tartışmanın konusu olan mesele çözülmedi. Çünkü hala farklılıklarımız var ve bu farklılıkların uyum içinde bir arada yaşatılabilmesiyle ilgili sorunlarımız var. Bunun için muhafazakâr dediğimiz kesim laikleri, laikler de muhafazakarları suçluyorlar. Muhtemelen her iki kesimin de kendilerince haklı oldukları yönler vardır. Ama asıl meseleyi hep beraber gözden kaçırıyoruz: Bizim asıl meselemiz mahalle olmaktan toplum olmaya bir türlü terfi edememiş olmamız. Muhafazakârlar için de geçerli bu, laikler için de. İki mahalle var; belki ikiden fazla mahalle var ülkede ama toplum yok. Dolayısıyla siyasette ve devlet yönetiminde de mahalle normları esas alınıyor. Hangi mahallenin adamı iktidara gelmişse o mahallenin diliyle konuşan bir devlet aygıtı çıkıyor karşımıza.
Demek ki önce toplumu inşa etmeyi konuşmamız lazım…