Savaşa mı giriyoruz?
Suriye’nin kuzeyinde ABD destekli YPG yapılanmasına karşı Ankara’nın ısrarlı uyarıları müttefiklerimizden anlamlı bir karşılık görmedi. Ne stratejik ortak sıfatıyla andığımız geleneksel müttefikimiz ABD’den ne de konjonktürel müttefikimiz Rusya’dan. Son dönemde gelişen olaylar her iki küresel gücün Suriye’nin müstakbel siyasi mimarisi konusunda belli ölçülerde mutabakata vardıklarını ve Türkiye’nin buradaki hassasiyetlerini pek de umursamadıklarını gösteriyor. ABD ile Rusya’nın üzerinde mutabık oldukları en önemli hedef Suriye’nin kuzeyinde PYD denetimindeki “de facto” siyasi oluşumun kalıcı ve uluslararası meşruiyete sahip bir yapıya dönüşmesi.
PKK’nın Suriye kolu olarak gördüğümüz bir örgütün bağımsız veya özerk bir devlete dönüşmesinden söz ediyoruz. Türkiye açısından kabulü zor bu gelişme aslında Suriye iç savaşının doğal sonucu olarak görülmek durumunda. Bu bakımdan da komşu ülkede taşların yerinden oynadığı 2011’den itibaren hazırlıklı olunması ve gereken siyasi önlemlerin daha önceden alınması gerekiyordu. Bunu yapamadığımız malum. Belki de Suriye’de işlerin bu noktaya gelebileceği aklımıza hiç gelmediğinden bu konuda yazıp çizen bir grup aydının uyarılarını hiç dikkate almadık, hatta aralarında bu satırların yazarının da olduğu bu insanları “Esedçi, İrancı” falan ilan ettik.
Diğer yandan, hem bölgesel hem de küresel aktörlerle ilişkilerimizin bugünkü noktaya taşınacağı da birkaç yıl öncesine kadar hiç kimsenin aklına gelmediği için bugün karşımıza çıkan tabloya karşı direnç gücümüzü sınırlandıran konjonktür iyice şaşırtıcı görünüyor.
***
Öyle anlaşılıyor ki hem ABD hem de Rusya bizim bahse konu konjonktürel yalnızlığımızı aleyhimizdeki birtakım bölgesel planlamaları bize dayatmakta kullanabileceklerini düşündükleri için bu derecede pervasız hareket edebiliyorlar. Ne var ki Türkiye’nin bunca zamandır kırmızı çizgisi durumundaki bir konuda aleyhinde gelişen tabloyu kendi milli güvenlik anlayışı ve tehdit algılamaları çerçevesinde sineye çekebilmesi çok zor. Siyasi iktidarın bu konuda sergilediği tutumun toplumun genelinde destek göreceği de ortadayken ABD ve Rusya’nın bu saatten sonra Ankara’yı ikna edebileceklerini düşünmeleri hata olur.
Elbette sınır ötesine yönelik sıcak bir müdahale, sonrası kestirilemez riskli bir sürecin başlangıcı demek. Türkiye’ye her bakımdan ağır bir fatura getireceği muhakkak. Hem ekonomik gelişmemizi sürdürmek hem de demokratik düzenimizi yeniden normalleştirmek yolunda atılması gereken adımların ertelenmesini gerektirecek bir süreç olur bu.
Sadece bölgedeki terör unsurlarına karşı yürütülecek askeri mücadelenin bile zorlukları ve açmazları ortadayken bir de müttefik güçleri doğrudan karşımıza almak durumunda kalmamız, hatta sahadaki ABD askeriyle sıcak temasa yol açabilecek bir harekete girişmemiz olacak şey değil.
Dolayısıyla her ne kadar müttefiklerimizin bugüne kadarki oyalama politikalarına artık kredi vermemiz söz konusu olmasa da meseleyi ABD ile bir masada karşı karşıya oturup konuşarak çözme seçeneğinden vazgeçme lüksümüz yok.
Bu bakımdan Türkiye’nin son günlerde bilhassa Cumhurbaşkanı’nın ağzından dile getirilen sert tutumu öncelikle “kararlılık” ifadesi olarak görülmeli ve her halükârda Türkiye’nin dostluğundan vazgeçme lüksüne sahip olmadıklarını bilen müttefiklerimizin atacağı adımla bir çözüm arayışına girilmeli.
CHP bu kafayla kendi tabanını kaybeder
Sosyal medya paylaşımlarına bakılırsa CHP’nin yeni İstanbul İl Başkanı ne sosyal demokrat ne ulusalcı ne de Atatürkçü çizgide bir siyasetçi. CHP’den ziyade marjinal sol partilerden birinde siyaset yapması beklenebilecek bir isim. Özellikle son birkaç yıldır kendi geleneksel tabanının ötesinde toplumun geniş kesimlerine açılma hedefini benimsemiş olan parti yönetiminin böyle bir hedefi gerçekleştirme kapasitesinde olmadığını gösteren acı bir örnek. CHP böyle bir profille geniş toplum kesimlerine açılmayı bırakın, mevcut seçmenini de kaybeder. Çünkü CHP’nin kemik seçmeninin ana politik karakterini ulusalcı duyarlığın oluşturduğunu bilmeyen yok.
Kusura bakmasınlar ama bu tablo ana muhalefet partisini yöneten kadroların kendi dar tabanlarının hassasiyetlerine bile yabancı olduklarını gösteriyor.
Ne olursa olsun CHP böyle bir profili sırtında taşıyamaz. Herhalde söz konusu kişinin yakında istifası istenecektir. Dolayısıyla bu noktada “CHP’de seçim yapılıyor, il başkanları başka partilerdeki gibi merkezden atanmıyor” retoriğine gerek yok. Parti içindeki iki hizbin mücadelesi bağlamında İstanbul il başkanlığı seçiminde en güçlü aday durumuna gelen kişinin siyasi çizgisinde sorun görmeyen hizip liderlerinin vizyonu ve kapasitesi ortada. Sorun da bu zaten.