Obama’nın koltuğuna Merkel oturabilir mi?
Kim yazmıştı, hatırlamıyorum ama ABD’de Trump’ın başkan seçilmesinin hemen ardından bir İngiliz gazetesinde “hür dünyanın lideri artık Merkel” yorumu gözüme çarpmıştı. Bu değerlendirme bugünlerde Avrupa’nın entelektüel gündeminde de yer buluyor ve İngiltere’de Brexit, ABD’de Trump depremleri sonrasında Batılı değerlerin koruyuculuğu görevinin Almanya’ya geçtiği görüşü hararetle tartışılıyor.
Farklı kültürlere düşmanlıkla soslandırılmış izolasyonist bir dış politikayla dünya liderliği söz konusu olamaz tabii. Ekonomik korumacılığın da liberal Batı değerleriyle uyumu problemli ayrıca. Dolayısıyla Trump yönetimindeki ABD’nin Batı dünyasının liderliği postunda oturmaya devam etmesi kabul edilebilir bir durum değil. Ancak Almanya’nın “hür dünyanın liderliği” rolünü oynaması ne kadar mümkün?
Aslında Berlin halihazırda zaten AB’nin doğal ve fiili lideri. Büyük ölçüde ekonomik güce bağlı bir liderlik bu. 300 milyar doları aşan yıllık dış ticaret fazlası var. Avrupa kurumlarını ve Yunanistan gibi müflis AB üyelerinin zararlarını finanse ettikten sonra bile 10 milyar euro civarında bütçe fazlası kalıyor her yıl kasasında. Ama yine de ABD ile mukayese edilebilecek bir ekonomik güç değil bu. Diğer yandan askeri güç sıralamasında dünyadaki ilk 10 ülke arasında Almanya yok.
Bu haliyle Almanların dünya liderliğine soyunmalarını beklemek gerçekçi olmaz. Almanya bölgesel bir güç ve Avrupa’nın tartışılmaz lideri ama Avrupa ülkelerinin toplam siyasi ve askeri gücünü arkasına aldığında dahi ABD, Rusya ve Çin gibi küresel güçlerle boy ölçüşmesi zor.
***
Bugünküne benzer bir tablo 15 yıl kadar önce de çıkmıştı karşımıza. ABD’nin başına gelen bir diğer felaket “oğul Bush” dönemiydi… Gençliğinde alkolizm problemi de yaşamış olan Başkan fanatik dini görüşleri olan biriydi ve bunun da etkisiyle ülkenin dış politikasını “neo-con” adı verilen bir çılgınlar grubunun eline teslim edebilmişti. 11 Eylül saldırısının şoku altında gerçekleşen bu tercih Afganistan ve Irak işgalleri yoluyla medeniyetler çatışmasına hizmet etmiş; Ortadoğu’nun bulanık sularına bugünkü IŞİD tehdidinin mayası atılmıştı.
Hatırlayacak olursanız, Almanya ve Fransa o günlerde yine münhal kalmış olan hür dünyanın liderliği postuna oturmaya kalkışmış ve Washington’ın çılgın dış politika girişimlerine yüksek sesle itiraz etmişlerdi. (Türkiye’de de Meclis Türk kamuoyunun vicdani tepkisine tercüman olarak 1 Mart tezkeresini reddetmekle benzer bir tavrı göstermişti.) Malum olduğu üzere, o itirazların hiçbir kıymet-i harbiyesi olmamış ve zaten bir süre sonra Almanya’da Schröder, Fransa’da Chirac iktidardan düşmüşlerdi.
***
Peki bugünkü durum 15 yıl önceki tabloya ne kadar benziyor? O gün Almanya’nın yanında ortağı Fransa tam gücüyle duruyordu. Bu önemli, çünkü Alman-Fransız ortaklığı bugünkü AB mimarisinin temelidir. Almanya ekonomik imkanlarıyla, Fransa ise askeri ve diplomatik gücüyle bu ortaklığın tarafları olmuşlar söz konusu siyasi mimarinin patronajını üstlenmişlerdir. Bu ikisinin yegâne rakibi ise İngiltere’dir. Zaten bu yüzden Londra kapısından sokulmadığı AB’ye bacasından girmişti.
Irak işgali sırasında İngiltere her zaman olduğu gibi ABD’nin yanında yer almış; Akdeniz Bloğu denilen İspanya ve İtalya da “Fransalmanya”nın karşısında durmuşlardı. ABD’nin zoruyla AB üyesi yapılan eski doğu bloku ülkeleriyle birlikte… Şimdiki tabloda İngiltere yine kendi doğal ortağının yanında ama bu sefer Almanya’nın doğal ortağı olan Fransa’nın denklemdeki pozisyonu biraz karmaşık. Çünkü bugün Trump’a karşı liberal Batı değerlerinin korunması misyonundan söz edilirken Fransa’da yabancı düşmanı Trumpist siyaset iktidara yürüyor. Neredeyse Avrupa’nın bütününde bu çizginin güçlenişi söz konusu. Hatta merkez siyaset de tabanını tutabilmek için aynı yere yaklaşıyor gitgide.
Demek istediğim, Merkel’in öncelikle kendi kıtasında liberal değerlere sahip çıkan bir siyasi liderlik geliştirebilmesi lazım ki yarın bunu küresel ölçekte de gerçekleştirme iddiasında bulunabilsin.