Milli iktisat, milli siyaset, milli burjuvazi
Geçenlerde MHP sözcülerinden biri ekonomik sahadaki sıkıntılardan kurtulmanın yolu olarak “milli ekonominin tesisi”nden söz ediyordu. Milliyetçi camiada eskiden beri hiç değilse slogan düzeyinde hep telaffuz edilen ve epeyce de tartışılmış bulunan bir mesele bu. Bildiğim kadarıyla, milliyetçi aydınların genel kanısı milli ekonomi veya milliyetçi ekonomi diye bir modelin söz konusu olmadığı, mevcut şartlar içinde milletin çıkarlarına uygun olan sistemi benimsemenin milliyetçiliğin gereği olduğu şeklinde. Nitekim milliyetçi düşünürlerimiz içinde Nurettin Topçu gibi sosyalizmi savunan veya Nihal Atsız gibi hiç değilse bir döneminde liberal ekonomi (kapitalizm) yanlısı olan isimler var. Keza Gökalp ile Akçura da aynı dönemde farklı ekonomi görüşlerine yakınlık duymuşlardır. Bugünün milliyetçilerinin bütün bu tartışmalardan haberdar olarak bugünün meselelerini değerlendirmesi beklenir.
Diğer yandan, geçmişte millilik kavramıyla başı hoş olmayan bazı arkadaşlar da bugünlerde milli ekonomi, milli siyaset gibi kavramlarla konuşmaya başladılar. Şimdiye kadar milli konularda hassasiyeti olanları şovenlikle vs. suçlamış olan bu kişiler şimdi milletin değerlerine yakınlık hissetmeye başlamışlarsa bundan memnun oluruz elbette! Ancak her halükârda kulağımıza hoş gelen bu milli ekonomi veya ekonomik milliyetçilik terimlerinin içeriği hala muğlak olduğundan bunların günübirlik edilmiş laflar olma ihtimalini yok sayamayız!
Milli ekonomi demişken aklıma geldi: Birkaç yıl önce parayla alınmış fahri profesör unvanını gururla taşıyan birinin başında olduğu bir cemaatin düzenlediği “uluslararası” sempozyumda akademik unvanlar taşıyan bazı Ruslar ve Azerbaycanlılar sahneye çıkıp “milli ekonomik model” diye bir şey açıklamışlardı. O model hâlâ birilerinin elinde duruyorsa bugünlerde piyasaya sürmelerinde fayda var!
Şaka bir yana, ekonomi literatüründe yeri olmayan bir kavram değil aslında milli ekonomi. Keza ekonomik milliyetçilik de öyle. Öncelikle milli ekonomi kavramı “bir ülkedeki ekonomik faaliyetlerin bütünü” anlamında kullanılır. Milli gelir veya milli hasıla gibi kavramlar da bu çerçevededir. Ancak bir de başka ülkelerin vatandaşlarının o ülkede gerçekleştirdiği ekonomik faaliyetleri paranteze alma ihtiyacına cevaben ortaya çıkan yaklaşımın adıdır milli iktisat. Teknik tabiriyle iktisadi korumacılık… İşte bu anlamda milli ekonomi veya milli iktisat kavramının bugünkünün aksine kuru hamasetin ötesinde somut bir gerçekliğe karşılık geldiği dönemler var bizim yakın tarihimizde.
Geçenlerde bir dizi yazıda değinmiştim, modern ulus devlet modelinin Avrupa tarihinde ortaya çıkışı ekonomik şartların ürünüydü. Bizde ise imparatorluk sisteminden ulus devlet yapısına geçiş iç ve dış siyasi şartların eseri oldu. Geçmişteki milletler sisteminden yalnızca Müslüman unsurun esas alındığı tek millet sistemine geçiş aslında gayrimüslim unsurun imparatorluk yapısından kopuşunun sonucuydu. İşte bu noktada milletleşme hareketini doğuran veya milli devlet modelini zorunlu kılan siyasi şartlar aynı zamanda ekonomik sahada da bir millileşmeyi gerektiriyordu. Çünkü 19. asırdan itibaren yarı sömürge haline gelmiş bulunan Osmanlı ekonomisinde Müslüman nüfusun payı adeta yok mesabesinde bulunuyordu.
1912 yılına ait bir istatistiğe göre ülkedeki ticari işletmelerin yalnızca %15’i, fabrika ve atölyelerin ise ancak %12’si Müslümanlara aitti. Ekonomi büyük ölçüde gayrimüslim yurttaşlarla yabancı ülke vatandaşlarının elindeydi. Bu öncelikle Tanzimat devrinin liberal politikalarının, ama biraz da Osmanlı’daki kadim sosyal iş bölümünün ürettiği bir tablo. Ne var ki 19. asrın ikinci yarısına kadar fazla sorun oluşturmayan bu durum imparatorluğun dağılma devrinde başka bir anlam kazanmıştı. Gayrimüslim tüccar ve sanayici bu dönemde ülkedeki ayrılıkçı hareketlere verdiği mali destek yüzünden bir tür “iç düşman” hüviyetine büründü. Dolayısıyla millet çoğunluğunun ekonomide hiç değilse nüfusuna orantılı şekilde yer alması gerektiği fikri kabul görür hale geldi. “Milli iktisat” adı verilen hadise özünde budur. Ancak Cihan Harbi yıllarında Kara Kemal’in korporatist esaslı faaliyetleri gibi birkaç icraat hariç tutulursa bu yolda sonuç alıcı adımlar atıldığını söylemek zor. Ekonominin “millileşmesi” önce Balkan ve Cihan Harpleri sırasında fiilen sonra Lozan’daki anlaşmayla hem fiilen hem resmen yapılan nüfus mübadeleleriyle kendiliğinden gerçekleşti. Ama ekonomik kalkınma için şart olduğu herkesçe kabul edilen bir “milli burjuva” sınıfının ortaya çıkması yolunda gerek Meşrutiyet’te gerekse Cumhuriyet’in kuruluş yıllarında çok az şey yapılabildi. Çünkü bu işler yasayla, yönetmelikle, talimatla olmuyor. Toplumun dinamikleriyle oluyor.