İnsanlık ilerliyor mu? Nereye doğru?
Kant’ın “ebedi barış” projesinden söz etmiştik. Nasıl ki devlet kurumu birbirimizle çatışmadan, birbirimize zarar vermeden uyum ve huzur içinde yaşayacağımız toplumsal bir düzen anlamına geliyorsa, Hobbes’un formülasyonundaki şekliyle “doğa durumu”nda bulunan devletlerin birbirleriyle ilişkisini düzenleyecek bir sistem de dünya üzerinde aynı işlevi sağlayabilirdi Königsbergli filozofa göre.
Kant’ın iyimserliği 18. yüzyıldaki Avrupa siyasi konjonktürüyle ilgilidir ve belki de ömrü vefa etmiş olsaydı ilerleyen yıllarda gelişen olaylara bakıp kendi projesinden ümidini kesebilirdi. Özellikle yeryüzü ölçeğinde büyük yıkımlara yol açan iki dünya savaşını görmüş olsaydı...
Ne var ki dünya savaşlarının dehşeti aslında Kant’ı haklı çıkardı denebilir. Birinci Dünya Savaşı’nın ardından oluşturulan Milletler Cemiyeti ve İkinci Büyük Savaştan sonra kurulan Birleşmiş Milletler en azından Avrupa’da savaş dışında bir ilişki ve uzlaşma zemini arayışının ifadesi oldular. Keza Lahey Adalet Divanı gibi kuruluşlar bu süreçte mevcut uluslararası hukuk düzeninin organları olarak ortaya çıktı. Avrupa’daki Vestfalya düzeninin bir anlamda tersyüz edilerek global düzeyde tesisi anlamına gelen bu “yeni dünya düzeni” savaşın galipleri tarafından oluşturulmuş olduğu için adalet ve hakkaniyet esasına dayanmıyor kuşkusuz. Ama iyimser bir bakışla değerlendirilirse, birtakım uluslararası anlaşmazlıkların savaş dışı yollarla çözüme kavuşturulması imkanını göstermesi bakımından ciddiye alınması gereken bir yapı bu. Kant’ın savunduğu “ebedi barış” fikrinin yetersiz de olsa kuvveden fiile çıkmasının bir örneği. Bu alanda önceki tecrübelerin bir ileri aşaması. Belki de bundan sonraki aşama şimdikinden daha adil bir yapının teşkili olabilir.
***
Peki, her ne kadar bugünkü “Trumpların dünyası”nda olumlu yönde bir gidişten ümitvar olmak zor olsa da, sözkonusu akış eski yatağına dönerse insanlığın hayrına olacak ve bütün insanlığın benimseyeceği bir uluslararası hukuk düzenine ulaşılabilir mi?
Yoksa, uluslararası sistem ebediyen şimdiki gibi gücün kontrolünde, güçlünün değerlerinin egemenliğinde kalmaya devam mı edecek?
Filozofların “dünya kamuoyu” veya “ebedi barış” gibi fikirleri ütopyadan mı ibaret kalacak?
Bu sorular bizi öncelikle “ilerleme” fikrinin sorgulanmasına götürüyor. İnsanlığın gelişmesi daha olumluya, daha uyumluya, daha iyiye doğru mu gerçekten? Yoksa ilerleme veya medeni gelişim dediğimiz şey kötülüğün, adaletsizliğin, zulmün ölçeğini büyütmeye mi yarıyor yalnızca?
Kanlı savaşlarla, kitlesel kıyımlarla, işgallerle, sürgünlerle ve envaiçeşit acılarla dolu geçen yirminci yüzyıl boyunca 18. yüzyılın aydınlanmacı romantizminden epeyce uzağa düştüğümüz vakıa. Bütün dünya toplumları için geçerli bu durum. Ancak modernite ve ilerleme gibi kavramların bilhassa sosyoekonomik gelişmesi “merkez”dekinden daha yavaş işleyen “çevre” ülkelerinin aydınları için olumsuz anlamları daha fazla öne çıkıyor.
***
Bilhassa 18. yüzyıldan itibaren teknolojik gelişme sayesinde askeri gücünü ve siyasi etkinliğini arttıran Batı Avrupa ülkelerinin sömürgeciliğe yönelişi, çevre ülkelerinin hammaddelerini yağmalayıp zenginliklerine el koymaya yönelik saldırganlıkları “medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavar” diye nitelenmeyi hak ediyor.
Kapitalist sistemin herşeyi kâr arttırmaya endeksleyen ve insani değerleri tanımayan, hatta özellikle sanayi çağında insan hayatını hiçe sayan niteliği de malum.
Diğer yandan, modernitenin insan hayatında tekdüzeleşme, yabancılaşma, mensubu olduğumuz cemaatin ortak çıkarları yerine bireysel çıkarlara odaklanan bir bencillik getirdiği şeklindeki eleştiriler de bütünüyle temelsiz değil.
Evet, insanın özündeki kötücül ihtirasları ortadan kaldırmak mümkün olmadığına göre bilimsel/teknolojik “ilerleme”nin aynı zamanda giderek insanlığın ve dünyanın sonunu getirebilecek tehdit ve tehlikeler içerdiği söylenebilir. Ancak böylesi tehditlerin farkında olan ve bunların önüne geçmek üzere çabalayan kişilerin ve grupların az olmaması bir yana, ilerleme dediğimiz kavramı bilimsel bilginin artışına veya teknolojinin gelişimine indirgemek ve insan bilincinin/anlayışının veya etik duyarlığının yerinde saydığını, doğadaki evrimden nasipsiz olduğunu düşünmek abartılı bir karamsarlık olmaz mı?
Buradan devam edelim…