Hayatta modernlik, şiirde modernlik
Yahya Kemal için “konuşur gibi şiir söyleme tavrı Türk şiirine getirdiği yeniliktir” demiştik. Mırıldanan, sayıklayan, yakaran... bir şiir dilinin ve dolayısıyla sonraki kuşaktan şairlerin öznel yaşantılarını dile getirmelerinin yolunu açmıştır. Yani bir anlamda modern Türk şiirine babalık yapmıştır.
Yahya Kemal
İlk önce Hece’nin İkinci Kuşağı (Necip Fazıl, Dıranas, Tarancı) olmak üzere -Yahya Kemal’in dünyasıyla ilgisi yok gibi görünen- sonraki bütün kuşaklar onun açtığı çığırda kendi şiirlerini, kendi özgünlüklerini, kendi seslerini var etmişlerdir. Ama yine de bugünkü modern şiir tanımımızı eksiksiz karşılayan bir örnek sayamıyoruz Kendi Gökkubbemiz şairinin eserini. Modern şiire açtığı o devasa yenilik kapısına rağmen… Bunun başlıca iki sebebi var:
Ahmet Haşim
Konuşur gibi şiir “söyleme” tavrını Türk şiirine getirdiğini söylediğimiz Kendi Gökkubbemiz şairi kimileyin mırıldanır gibi, sayıklar gibi şiir söylemiş olsa da -galiba Erenköyü’nde Bahar dışında- mırıldanan, yakaran, sayıklayan öznenin kendi kişisel deneyiminin dile gelişine rastlanmaz bu şiirde. Belki de “şiirde mırıldanan”, “şiirde sayıklayan”… bir şair olmadığından. (Modern şiirin, İsmet Özel’in ifadesiyle, “bir deneyimin doğrudan doğruya kendisi” olması bahsi…) Oysa modern şiirin tanımı gereği doğrudan şairin kendi kişisel deneyimi veya “özerk ben”iyle ilgili bir alandan kaynaklanması esastır.
İkincisi, yine bununla bağlantılı olarak, “modern hayat”ın şiirini söylemez büyük şairimiz. Klasik şairlerin dünyasında olmayan yeni unsurlar pek yoktur şiirinde. Basitleştirerek söyleyeyim: Ne hayatımıza artık girmiş bulunan tren, vapur, radyo, fotoğraf gibi teknolojik araçlar veya yeni cihazlar vardır şiirinde ne de fabrika, sinema, tiyatro gibi mekanlar… Dolayısıyla da modern bireye özgü duygu dünyası ve atmosfer… (Şiir adına bir eksiklikten söz etmiyoruz elbette, şiirin “modern” niteliğini belirleyen unsurların eksikliğinden söz ediyoruz.)
***
Geçen hafta Yahya Kemal bahsini açarken Paz’ın “Tarihi veya hayatı değiştirmek isteyenler şiiri değiştirmeye kalkışırlar” sözünü anmıştık… Belki büyük şairimizin, hayat karşısındaki tavrını bir kenara bırakarak, herkesçe bilinen tarih görüşünün “modern”liğini burada arayabiliriz.
Bilindiği gibi, şairimiz daha Paris’ten dönerken zihninde “kendimiz olmak” veya “kendimiz kalmak” diye adlandırabileceğimiz bir problematik taşıyordu. Modern dünyaya karşı kendi dünyamızın cevabının ne olması veya nasıl olması gerektiğine dair malum tartışma bağlamında…
Bir yandan Batı’nın giderek yükselen üstünlüğü karşısında herkesin kabul ettiği iktisadi, sosyal ve siyasi yapımızı bütünüyle yenileme ihtiyacı, öbür yanda bizi biz yapan değerlerin ne kadarını yeni yapının harcında da kullanabileceğimiz sorusu… İkinci Meşrutiyet aydınlarının çoğu gibi Yahya Kemal de artık modern milli devlet temelinde bir çözümün bizi ayakta tutabileceğini öngörüyordu. Ama dinî kodların belirleyici olduğu bir imparatorluk mirasından doğan “millet”in gerçekçi ve sürdürülebilir bir kültürel çerçeve içinde tanımlanması gerekiyordu.
Yahya Kemal’in fikirlerine yakınlık duyduğu Ziya Gökalp kültür birliğine dayalı bir millet anlayışını dile getirmişti ama imparatorluğun henüz ayakta olduğu günlerin özel şartları itibarıyla bu milletin tarihî ve coğrafî sınırları belirsizdi. Cumhuriyetle birlikte ise -sekülerleşme politikaları paralelinde- Türklüğü etnik temelde tanımlama eğilimi ağırlık kazanmıştı. Buna mukabil Türk kimliğini tarihe ve coğrafyaya bağlayan bir fikir çerçevesi geliştirdi Yahya Kemal.
Camille Julien’in “Fransa toprağı bin yılda Fransız milletini yarattı” sözünden ilhamla Türk kimliğinin Anadolu coğrafyasında ve Malazgirt’le başlayan bir süreçte teşekkül etmiş olduğunu savundu. (Sadece sohbetlerinde veya az sayıdaki gazete yazılarında değil, Süleymaniye’de Bayram Sabahı gibi şiirlerinde de…)
Şairin kurduğu fikir çerçevesi Anadolucu milliyetçiliğin ortaya çıkışında ve giderek aydınlarımızın millet anlayışının şekillenmesinde etkili oldu. Etkili olmamış olsaydı da bir şey değişmezdi gerçi. Büyük şairimiz tarih ve toplumla ilgili görüşleri bakımından modern hatta modernisttir ama bu özelliği de şiirini modern kılmıyor.
***
Ahmet Haşim şiirinin modernliğinden de söz edenler var. Evet, “modern bir yanı” var Piyale şairinin ve eserinin. Konvansiyonel dilin anlam dünyasıyla ilişkisi(zliği) bakımından. Şiiri, denebilirse, “kendinde başlayıp biten bir varlık olarak” benimsemesi bakımından.
Lafı uzatacak olsak “estetik özerklik” kavramını, Kant’ın “çıkarsız haz” tanımını falan da konuşuruz ama yerimiz sınırlı.
Şiirde anlam aramayı bülbülü eti için öldürmeye benzeten Haşim’in şiirlerinde “bireyin iç dünyasına eğildiği” de söylenir. Aslında öznel yaşantının dile gelişinin ilk örnekleri demek gerekir. Bir bakıma sanatın “şahsi ve muhterem” olması… Tam da burada Cenap Şehabettin’in açtığı yolda yürüdüğünü hatırlamak lazım Haşim’in. Hem şiirin öznel deneyime açılışı hem de anlama karşı dilin müziğinin veya ahengin öncelenmesi bakımından.
Haşim’in özellikle bu yönü modern şiire bazı kapılar açmış olması bakımından önem taşıyor ama kendi şiirinin modern hayatla ilgisi neredeyse hiç yok. Hatta Yahya Kemal’deki kadar bile yok. Oysa ne demiştik: Sanattaki modernlik sanatın toplumsal hayattaki modernliğe gösterdiği reflekstir.
Yahya Kemal ve Haşim’den sonraki kuşaktan Nazım Hikmet ise modern hayatla çok yakından ilgilidir, üstüne üstlük biçimsel ve teknik yönden yenilikçidir, ama o da “tam anlamıyla” modern değildir. Zira özerk veya tekil bir insanın öznel deneyimlerinden ziyade nesnel bir dünyanın anlatıcısı veya vaizi rolündedir 835 Satır şairi de.
Şiir hayatının “ilk Rusya” döneminde Mayakovski’den alarak uyguladığı biçimsel yenilikler deneysellik girişimi sayılabilirse bu anlamda modern bir tarafı var şirinin tabii… Ayrıca röportaj tekniğini şiire sokması gibi başka yenilikçi girişimleri de değerlidir.
Hepsinden önce toplumu dönüştürme çabası modernist bir tutum ama, Yahya Kemal için de söylediğimiz onun için de geçerli: sanattaki modernite başka bir konu.