Hakikat yok sayılınca yok olmuyor
Bazı insanlar bazen dış gerçekliği diğer insanlardan farklı algılayabilirler. Bu son derece olağan bir durumdur. Ama bazen de toplumlar kolektif bir tutumla kolektif zihindeki gerçeklik algısını değiştirmeye yönelirler. Bu ikincisi çok olağan bir durum değil.
Peki, bir toplum neden rasyonaliteye sırtını döner? Topluca yaşanan travmalar buna yol açabilir belki. Çok güçlü bir propaganda makinası da bazen bunu gerçekleştirebilir. Söz gelimi, bugün Kuzey Kore’de toplumun çok büyük çoğunluğu dünyanın geri kalanında açlık ve sefaletin alıp başını gittiğine, buna mukabil kendi ülkelerinde mevcut rejim sayesinde iyi kötü bir hayat sürdürmenin mümkün olduğuna inanıyor. Hatta düşman kardeşleri olan Güney Kore’de insanların açlıktan birbirlerini yedikleri, hepsinin kuzeye kaçmak için fırsat aradıkları ama sınıra sıkı bir duvar çekmiş olan kapitalistlerin kaçmak isteyenleri acımasızca vurup öldürdüğü şeklindeki “resmi anlatı” tartışılmaz bir realite olarak kabul görüyor. İnsanlar bu hikâyeye inanmak zorunda -veya inanmış görünmek zorunda- oldukları için değil, akla ve mantığa uygun buldukları için inanıyorlar. Zaten, hatırlayacaksınız, bundan önceki devlet başkanı öldüğünde insanların ne büyük bir içtenlikle yas tutup ağladıklarını Kuzey Kore rejimi büyük bir memnuniyetle ve övünçle bütün dünyaya göstermişti.
***
Bir de tarihin yeni baştan yazılması meselesi var ki aslında bu mesele sayılmaz. Çünkü bugün gözlerimizin önünde yaşananları bile olduğu gibi değil kendi arzu ettiği biçimde görebilen insanlar için geçmişte olup bitmiş birtakım hadiselerin gerçek halinden farklı yorumlanması gayet normal sayılmalı. Hem zaten tarihi galipler yazar diye bir laf vardır diyeceksiniz. Bu doğru tabii, savaşı veya herhangi bir mücadeleyi kaybeden taraf her şeyi kaybetmiş olur. Olup bitenleri yorumlama hakkını da kaybeder bu arada. Ancak şu da bir gerçek ki -en azından bir süre sonra kendilerine geldiklerinde- kaybedenler de kendilerine göre “tarih yazmaya” başlarlar. Bu tür tarih anlatılarında ya kaybedenlerin aslında kaybetmediği ileri sürülür ya da “kaybettik ama kendi kusurlarımız yüzünden değil” denilir. Büyük bir komplo kurulmuştur, ihanete uğranılmıştır, düşmanlar dost gibi içimize sızmış ve kaleyi içeriden fethetmiştir, bütün dünya bize karşı birleşmiştir vs. vs.
***
Fransız ihtilalinin kaybeden tarafı olan Kilise ve Aristokrasi yaşanan hadiseyi toplumsal dinamikleriyle -ve tabii bir de kendi kusurlarıyla- açıklayamayınca başlarına gelenin “Yahudi ve Masonların eşi benzeri görülmemiş bir komplosu” olduğunu ileri sürmüşlerdi. Batı Avrupa topraklarında doğan bu Yahudi-Mason komplosu literatürü zaman içinde bize kadar geldi ve hararetle benimsendi, biliyorsunuz. Önce 1908 Devrimi’nin toplumsal dayanağını ve siyasi sebeplerini görmek veya itiraf etmek istemeyen Yıldız Sarayı çevresi sarıldı bu hikâyelere. Ardından Cumhuriyet döneminde yaşanan dönüşümlerden memnuniyet duymayan ama kendileri de topluma “geçmişe dönmek” dışında bir alternatif sunamayan kesimlerde baş gösterdi komplo teorilerine eğilim.
***
Anlaşılan o ki komplo teorileri insan zihnindeki savunma mekanizmaları tarafından üretiliyor. Yaşanan bir olay dolayısıyla utanç yaşamaktan, zayıf görülmekten, suçlanmaktan kurtulmak için gerçeği değiştirmeye yöneliriz. Tabii, gerçek değişmez; yalnızca bizim zihnimizdeki formu değişebilir gerçeğin. Ama bunun da sorunların çözümünde faydası olmaz. Sorunlarımızı çözebilmek için öncelikle o sorunların varlığını görmek ve sonra da bunların sebeplerini bulmaya çalışmak zorundayız. Aksi takdirde “başını kuma gömen devekuşu” durumuna düşeriz. Dışımızdawki dünyayı göremeyince o dünyanın mevcut olmadığı hayaliyle mutlu oluruz. Ancak başımız kumun altında olduğu için yaklaşan tehlikeleri görüp önlem alma imkanından da mahrum olduğumuz için bu mutluluk hali çok uzun süreli olmayabilir.
***
Netice-i kelam, insan kusurlu bir varlık. Bu kusurlar kimi zaman kritik sonuçlar da doğurabiliyor. Üstelik birbirine benzer toplumsal şartlar içinde birbirine benzer bireylerin ortak sorunları giderek kitlesel bir soruna dönüşürse konu iyice içinden çıkılmaz hale gelebiliyor.
Maalesef günümüz Türkiye’sinde de gerek içerideki toplumsal sorunlar konusunda gerekse dış politikamızın tosladığı duvarlar konusunda aydınlarımızın bir bölümü el ele vererek başa gelenleri sebep sonuç ilişkileriyle değil komplo teorileriyle açıklamaya çalışıyorlar. Siyasetçilerin bir kısmına da cazip geliyor bu bakış açısı. Çünkü kendi sorumlulukları devreden çıkmış oluyor. Ama bu anlayışla -yok sayılan veya olduğundan başka bir görünüme büründürülmüş olan- sorunlar çözülmüyor.