‘Güncelleme’ ilk defa tartışılmıyor
Dikkatinizi çekmiştir, gerek Cumhurbaşkanı’nın gerekse Diyanet İşleri Başkanı’nın açıklamalarında altı çizilme gereği duyulan husus “güncelleme” derken asla ve asla “reform”un kastedilmediğiydi. Reform sözünün bizim dindarlarımızda olumsuz çağrışımları vardır. Orta Çağ’ın ardından Hristiyanlık içinde gelişen Protestan reformundan ziyade, cumhuriyetin ilk yıllarında bazı aklı evvellerin “dinî modernleşme” adı altında ortaya attıkları “proje”leri hatırlatır bize reform kelimesi.
“Camilere sıralar konulsun, ayakkabıyla girilsin” gibi teklifler kabul görüp uygulanmış olmasa da bunların haddinden fazla reaksiyon oluşturduğu ve toplum hafızasında çok olumsuz izler bıraktığı muhakkak. Zaten ezanın Türkçe okunması uygulaması tek başına dindar çoğunluğun bu alandaki hassasiyetini belirleyen bir örnek. Üstelik Türkçe ezan uygulamasına eşlik eden milletleşme retoriği tam aksi yönde bir sonuç doğurdu ve bazı dindar insanları kategorik olarak milli kimliklerine mesafeli durmaya itti.
Cumhuriyet modernistlerinin İkinci Meşrutiyet’in yenilenmecilerinden farklılıkları ayrı bir yazı konusu olur. Ancak tam da bu noktada kısaca şunu ifade etmek lazım: On dokuzuncu asrın sonlarında ve yirminci asrın başlarında Müslüman düşünürlerin geleneğimizdeki ihya ve tecdit (yenilenme) kavramlarını öne çıkararak tartıştıkları ve en veciz ifadesini Mehmet Akif’in “Doğrudan doğruya Kuran’dan alıp ilhamı/Asrın idrakine söyletmeliyiz İslam’ı” mısralarında bulan bakış açısı Cihan Harbi’nden mağlup çıkışımızın ardından siyasetin ve aydınların desteğini kaybetti. Cumhuriyet devrinde ortaya çıkan ve yanlışlıkla önceki devirdeki fikir akımının adıyla anılan toplumsal reaksiyon ise “sosyo-politik alanda yenilikçi, dini alanda muhafazakâr” bir tutum olarak şekillendi.
***
Şimdi Cumhurbaşkanı’nın “güncelleme” çağrısı üzerinden başlayan -veya bu vesileyle yeniden alev alan- tartışmanın bir tarafında her yeniliğe “eyvah, dinimizde reform yapacaklar” endişesiyle yaklaşan bir kesim yer alıyor.
Diğer tarafta ise İslam hukukçularının vaktiyle karşılarına çıkan problemlere temel kaynaklardan hareketle o günün şartları çerçevesinde buldukları çözüm önerileri demek olan fıkıh kurallarının bugünün şartlarına uyarlanması talebinin sahipleri var. Ancak bu ikinci kesimin dertlerini dindar halk çoğunluğuna anlatabilmesi kolay değil. Çünkü sıradan insanların dinin şekil tarafıyla özünü ayırt etme ve bu manada birtakım fıkıh kurallarının din demek olmadığını düşünmeleri zor.
Dolayısıyla İslam’ı “tek bir çağın değil, bütün çağların ve bu arada bugünün insanlarının ihtiyaçlarının cevabı” olarak ileri sürmeyi dini değiştirme çabası olarak göreceklerin çıkması normal.
Aradaki farkı idrak edebilmek için ciddi bir eğitimden geçmiş olmak gerektiği düşünülebilir. Ama mesele tam olarak eğitim de sayılmaz. Zira bugüne mahsus olmayan, tarih boyunca benzerlerine rastladığımız bir tartışmadan söz ediyoruz. Bugün “hoca” denilen birtakım adamlar Salat-ı Ümmiye ve Kurban Bayramı Namazı Tekbiri’nin bestecisi Itrî’ye “camiye müzik soktu diye” lanet okuyorlar ama Itrî’nin yaşadığı çağda da eksik değildi bu kafa. 17. yüzyılda bir “öze dönüş” hareketi olarak çıkan Kadızadeliler, İslam’ın özüyle ne ilgisi olduğu anlaşılmayan “tütünün ve kahvenin helal mi haram mı olduğu, Hz. Peygamber’in anne babasının Müslüman mı kâfir mi oldukları, Firavun’un imanının geçerli olup olmadığı” gibi konularda kendileri gibi düşünmeyenleri tekfire yönelmişlerdi.
Kâtip Çelebî, Kanuni döneminin sonlarında medreselerden akli bilimlere ilişkin derslerin kaldırılmış olmasının yarattığı sonuç olarak görür bu hareketi. (İlahiyat fakültelerinde okutulan felsefe, mantık vb dersleri kaldırma girişimleri sırasında da bu örneği zikretmiştik!)
Ancak belki de daha Hariciler-Mürciye veya Mutezile-Cebriye tartışmalarında erken örneklerini gördüğümüz, bilahare Sünni akaidin Eş’ari-Maturidi kollarında rastladığımız “yorum farkları” hesaba katılmadan bugünü anlamak zor. Bu bakımdan aslında meselenin iki tarafını çok kabaca akıl ve nakil taraftarları olarak tanımlamak yanlış olmaz. Ancak bugünkü tartışmanın veya kamplaşmanın sosyolojik boyutunu da ihmal etmemek gerekiyor tabii.
***
Aslında Cumhurbaşkanı Erdoğan kişisel tutumu itibarıyla yenilikçilerden ziyade gelenekçi İslam anlayışına yakın bilinir. Nitekim geçtiğimiz aylarda yaptığı bir konuşmada dile getirdiği “Türedi tipler sünneti ciddi manada tartışır hale geldiler. Bu tartışmaların ülkemizde yapılması bizler için ciddi manada bir üzüntü sebebidir” sözleri gelenekçi kesimde memnuniyet uyandırmıştı.
Ne var ki bugün gelenekçi kanadın anakronik İslam yorumu toplumda o derecede rahatsızlık uyandırıyor ki merkez sağ bir partinin lideri olmak hasebiyle Erdoğan konuya müdahale etmek gereği duymuş olmalı.
Zira çoğunlukla gayrı resmi din tedrisatından geldikleri için merdiven altı hocalar dediğimiz zevatın İslam adına ortaya koydukları anlayış Müslüman kimliğiyle siyaset yapan bir kadroyu da aşağıya doğru çekebilecek bir toplumsal probleme dönüşmüş bulunuyor.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın açtığı bu tartışma, tarafların hassasiyetlerini ortaya koymalarına ve sorunlarımızın çözümü için bir ortak yol bulmaya vesile olabilirse çok değerli bir imkân.