Fidel komünist bile değildi
Küba’nın efsanevi lideri Fidel Castro’nun ölüm haberini bizim gazetede “yirminci yüzyıl ikonunu kaybetti” başlığıyla verdik. Bu başlığın Fidel efsanesini iyi anlattığını düşünüyorum. Çünkü yirminci yüzyılın değerlerini, çatışmalarını ve arayışlarını en iyi temsil eden figürlerden biriydi Castro. Dolayısıyla da bu temsil niteliği Küba Devriminin liderini sistem karşıtı hareketlerin adeta ikonuna dönüştürmüştü.
İnsanoğlunun özelliği bu. Duygularının, arzularının veya beklentilerinin mücessem yani ete kemiğe bürünmüş olduğunu görmek ve bu “put”u omuzlarına alıp yürümek istiyor. Tevfik Fikret’in başka bir bağlamda ve galiba başka bir niyetle söylediği gibi, “Beşerin böyle dalâletleri var/Putunu kendi yapar, kendi tapar.”
Bir de miadını doldurmuş yani işlevini tamamlamış putlar oluyor; vakti gelince onlar kaldırılıp yerlerine yenileri konuluyor. Yeni Türk Edebiyatı tarihinde meşhur “putları yıkıyoruz” kampanyası vardır. Nazım Hikmet’in başını çektiği -Peyami Safa ile Necip Fazıl’ın da başlangıçta destek verdiği- bu kampanyada Abdülhak Hamit, Mehmet Emin gibi “eski putların” yıkılması “bunların artık yeni devrin ihtiyaçlarına cevap veremeyişine” dayandırılıyordu.
Bazı yazarlar veya sanatçılar toplumun belirli bir dönemde ve belirli şartlar altında benimsemiş olduğu fikirlerin veya ideallerin temsilcisi olarak görüldükleri için putlaştırılır diyorlardı. (Yani toplumun değerlerinin temsilcisidir putlar.) Nazım ve arkadaşlarına göre bazı fikirlerin zamanı geçtiği için bazı ikonik isimlerin de işlevi sona ermiştir. Diğer yandan, gerçekte toplumun peşinden gittiği fikirleri temsil kabiliyeti olmadığı halde haksız yere putlaştırılmış olan kişiler de vardır, onlar adına dikilmiş olan putlar da kırılmalıdır.
Put meselesi sadece edebiyat alanıyla sınırlı değil elbette. Fikirleri konuşmak ve fikirleri savunmak daima kişileri konuşmaktan ve kişileri savunmaktan daha zordur. O zaman yardıma simgeler yetişir, simge değeri olan isimler yetişir.
Yirminci yüzyıldaki sol -veya genel olarak sistem karşıtı- fikirlerin temsilcileri arasında iki figür fazlasıyla öne çıkar. Biri Fidel, diğeri Che. (Kanı daha fazla kaynayan daha gençler için Che biraz daha öndedir tabii.) Bu iki arkadaş Küba Devriminin iki “comandante”sidir. Ama aslında Che üçüncü comandante Raul Castro’nun arkadaşıydı. İşin garibi, kardeşinin aksine Fidel başlangıçta Marksist değildi. Amacı sosyal adalet esasına göre bir rejim kurmaktı. Kadere bakın, Che’nin bir önceki silahlı mücadele deneyimi Guatemala’da olmuştu ki burada CIA destekli bir askeri darbeyle devrilen halkçı Arbenz yönetimi de Marksist değildi.
Nitekim Castro, komünistlerle birlikte gerçekleştirdiği “devrim”den sonra sosyalizmi benimsemiştir. 1959’dan 1961’e kadar bütün mülakat ve açıklamalarında komünist olmadığını ısrarla vurgulamış olan Castro’nun Sovyetlere ve dolayısıyla komünizme yaklaşmasını uzmanlar bir zorunluluk olarak niteliyorlar. Çünkü diyorlar, o günkü ABD yönetimi Castro’nun toprak reformu gibi sosyal adaletçi uygulamalarını kuşkuyla karşılıyor ve Küba’nın yeni yönetimini devirmek için muhalif güçleri destekliyordu. Bu ortamda Fidel bir tercih yapmak zorunda kaldı ve o güne kadar yönetimde “koalisyon ortağı” durumundaki komünistler böylece “tek başına iktidar” haline geldiler Küba’da. Soğuk Savaş döneminde ülkenin komünist niteliği simgesel bir nitelik bile kazandı. Hatta dünyanın geri kalanında komünist rejimler bir bir yıkıldıktan sonra bile Fidel’in Küba’sı “komünizmin son kalesi” olarak ayakta kalacaktı!
Küba Devriminden bir süre sonra bütün dünyada esmeye başlayan sosyalizm rüzgârı ve özellikle 1968’de doruğa çıkan devrimci gençlik hareketleri hem Fidel’i hem de -Küba’dan sonra Bolivya’da yeni bir devrim için savaşırken yakalanıp kurşuna dizilmiş olan- silah arkadaşı Che’yi “devrimci ikon”lara dönüştürdü.
Fidel Castro geçen hafta öldü ama onun adının simgelerinden biri olduğu “silahlı sosyalist devrim fikri”nin ölüm tarihi daha gerilere uzanıyor.