Dış politikamız makas değiştirebilir mi
Ankara-Washington ilişkilerinin ciddi bir krizden geçtiği, buna mukabil Rusya -ve İran- ile sürdürülen bazı iş birliği adımlarının iyi kötü sonuç verdiği bir dönemde “Türkiye Batı bloğundan kopuyor, Avrasya aksına yaklaşıyor” yorumlarının dayanaksız olduğunu söylemek kolay değil. Ne var ki bir önceki gün bu sütunda çıkan yazıda da -gündemdeki Bakü-Tiflis-Kars demiryolu projesine referansla- ifade ettiğim gibi, Türkiye’nin gerek ABD ile gerekse Rusya ile ilişkilerinin mahiyetini her şeyden önce coğrafi konumuna bağlı olan siyasi ve askeri gereklilikler belirliyor. Dolayısıyla bazılarının endişeyle, bazılarının sevinç ve ümitle dile getirdikleri “Batı bloğundan kopuş” iddiasını jeopolitik açıdan değerlendirmek lazım.
***
Klasik jeopolitikte dünya devletleri kara güçleri ve deniz güçleri olarak iki sınıfa ayrılır. Buna göre Atina ile Sparta ve Roma-Kartaca mücadelesinden İngiliz-Alman rekabetine ve nihayet ABD-Rusya kutuplaşmasına kadar küresel hegemonya çekişmelerinin bir yanında kara güçleri öbür yanında deniz güçleri yer almıştır.
Güçlü donanmaları sayesinde tarihin ilk küresel hegemonları olan İspanya ve Portekiz ile Hollanda’dan bayrağı devralmış olan İngiltere’nin “üzerinde güneş batmayan imparatorluk” olarak tanımlandığı devirde Amerikalı Alfred Mahan, kabaca özetleyecek olursak, “denizlere hâkim olan bir gücün dünyaya hâkim olabileceği” fikrini bir jeopolitik teori olarak ortaya atmıştı.
Bilahare İngiliz coğrafyacı Halford Mackinder, Britanya Krallığının küresel hakimiyetine yönelik jeopolitik tehditleri tespit edip ülkesini yönetenlere yol göstermek üzere, “kara hakimiyeti teorisi”ni geliştirmiş ve Avrasya’nın kalbi olarak tanımladığı bölgeye hâkim olan gücün Asya, Avrupa ve Afrika’yı kapsayan “dünya adası”na hâkim olacağını, dünya adasına hâkim olan gücün ise bütün dünyaya hükmedebileceğini ileri sürmüştü. (Kara gücü-deniz gücü tasnifini yapan da Mackinder’dır.)
Mackinder’a göre Doğu Avrupa’dan Sibirya’ya kadar uzanan “kalpgah” üzerinde hüküm süren bir devlet -bu bölgenin sınırsız doğal kaynakları ve askeri bakımdan işgalinin zorluğu yüzünden- küresel rekabette çok önemli bir avantaj elde etmiş olacaktır. Dolayısıyla hem Moskova’nın güçlenmesini hem de Almanya’nın Rusya’yı işgal ihtimalini İngiltere için en büyük tehdit olarak görmüştür. Bunun için Rusya’yı Alman tecavüzünden korumak için Doğu Avrupa’da tampon devletlerin bulunması gerektiğini ve özellikle Ukrayna ile Polonya’nın güçlendirilmesinin ve ayakta tutulmasının hayati önem taşıdığını savunuyordu.
Ne var ki Mackinder’ın görüşlerinden etkilenerek kendi hakimiyet teorisini geliştiren ve bu arada Hitler’i de derinden etkileyen “hayat sahası” gibi özgün kavramlar üreten -ve dolayısıyla Almanya’nın “doğuya doğru genişleme” siyasetinde payı olan- Alman jeopolitikçi Haushofer kendi ülkesinin Rusya’yı işgal girişimini asla düşünülmemesi gereken tehlikeli bir adım olarak gördü. Çünkü o günkü şartlarda deniz gücü İngiltere’ye karşı Alman-Rus ittifakına ihtiyaç olduğunu düşünüyordu.
Gelgelelim Hitler bu konuda Mackinder’ın korktuğu adımı atmayı tercih etti ama daha önce Napolyon’u mağlup eden “General Kış” Alman ordularını da bozguna uğrattığında Haushofer’in haklı olduğu anlaşıldı.
***
Nazilerin mağlup edildiği İkinci Dünya Savaşının ardından yükselen yeni “deniz gücü” ABD küresel hegemonya tahtını Londra’dan devraldığında karşısında ikinci kutup olarak “kara gücü” Rusya Asya’nın karasal kültürünün temsilcisi olarak yer aldı.
19. yüzyıldan itibaren agresif yayılmacı komşusuna karşı İngilizlerin desteğini sağlamaya yönelik denge politikasıyla ayakta kalabilen Türkiye’nin bu iki kutuptan biriyle ilgili yapmak zorunda olduğu tercihi de jeopolitik şartlar belirledi.
Bugünkü problem şu: Batı ittifakının bize karşı tutumu -geçmişte Rus yayılmacılığına karşı desteğine ihtiyaç duyduğumuz İngiltere’nin varlığımıza tehdit anlamı taşıyan Ortadoğu siyaseti gibi- dış politika treninin makas değiştirmesini gerektirecek bir mahiyette mi?
Bu soruyu soğukkanlılık içinde ve Türkiye’nin geleneksel dış politikasını da şekillendiren jeopolitik şartları göz önünde tutarak cevaplayıp ciddi hasar gördüğü inkâr edilemeyecek ittifak ilişkisini onarmanın yolunu aramalıyız.
Diğer yandan, komşumuz Rusya ile ticari ve siyasi ilişkileri güçlendirmeye ihtiyaç olduğunu unutmadan, bu ilişkinin “Avrasya ittifakı” denilen -ve geri dönüşü olmayan- bir yola girmesinin hangi sonuçları getireceğini iyi hesaplamalıyız.