Bir ıssız adaya mı kaçıp yerleşsek
Türkiye’de aydın sınıfı özellikle on dokuzuncu asırdan itibaren bağımsız bir zümre olarak ortaya çıktı. Ülkenin tarihini bilen, dünyayı az çok tanıyan ve sorunların çözümü konusunda birtakım fikirleri ve önerileri olan insanlardan bahsediyoruz. Bu insanlar büsbütün devletten, yani bürokrasiden ayrı bir zümre sayılmazlardı gerçi; kahir ekseriyetinin geçim kapısı Babıali’ydi. Ama okuryazarlığın nispeten arttığı, Avrupa’yı görenlerin çoğaldığı ve belki en önemlisi gazetelerin bir iletişim kanalı olarak ortaya çıktığı devirde daha yüksek sesle konuşmaya, daha fazla insana seslerini duyurma imkânı bulmaya başlamıştı aydınlar.
Bu anlamda bir toplumsal güç haline gelen aydınlar zümresinde belli başlı birkaç temel görüş tabiri caizse bir ideoloji -veya hiç değilse ortak fikir- haline gelmişti. Meşveretçilik, hürriyetçilik (önce Sultan Aziz döneminde paşalar oligarşisine, daha sonra Hamid devrinde tek adam yönetimine itiraz) ve eşit vatandaşlık fikri bunlar arasındaydı…
Son tahlilde bütün bu taleplerin ortak amacı imparatorluğun dağılmaktan kurtarılmasının teminiydi. Devleti yönetenlerin de amacı aynıydı elbette ama yöntemleri farklıydı. Örneğin devletin bekasını sağlamak için saltanatın merkezi gücünü de korumak gerektiğini düşünüyordu Saray ahalisi.
Bu yüzden aydınlarla ve bürokrasiyle ittifak ederek ve onların taleplerini karşılama vaadiyle iktidara gelmiş olan İkinci Abdülhamit dönemi aydınlar açısından mutluluk verici olmadı. Sultan ilk başta söz verdiği anayasayı ilan edip parlamentoyu açmıştı ama hemen ardından her ikisini de askıya aldı. Kendisini tahta çıkarmış olan paşaları da hızla tasfiye etti. Ardından bu durumdan hoşnut olmayan aydınları hedef alan baskı, sansür ve sürgün politikaları geldi.
***
Öyle ki birçok kişi artık nefes alamadığını hissediyor, çıkış yolu arıyordu. Çoğunlukla “batıcı” aydınlar kategorisinde sayılan Servet-i Fünun çevresi bu hissi en fazla yaşayanlar arasındaydı. Bilhassa bu grubun öncüsü gibi algılanan Tevfik Fikret’in kişilik yapısının da etkisiyle “bunalım”ı çok fazla hissediyordu bu aydınlar. Öyle ki ülkeyi terk edip bir başka diyara yerleşmenin hayallerini kurmaya başlamışlardı. Önceki dönemlerde yurtdışına sürülen veya kaçmak zorunda kalan kişilerden farklı olarak bütün aile çevreleriyle birlikte ve hep bir arada yaşayabilecekleri bir tür “komün” hayatının planlarını yapıyorlardı. Adres bile bulmuşlardı: Yeni Zelanda.
Tevfik Fikret, Hüseyin Cahid, Hüseyin Kazım Kadri, Mehmed Rauf, Halid Ziya gibi isimlerin de içinde olduğu bu grubun üzerinde anlaşamadıkları tek konu Yeni Zelanda’daki ikametlerinin daimi mi, yoksa geçici mi olacağı konusuydu. Fikret ilelebet adada kalmak, Türkiye’ye bir daha dönmemek niyetindedir. Hüseyin Cahit ise “Abdülhamit ölür de memlekette meşrutiyet teessüs ederse” geri dönme arzusundadır. Ne var ki ailesinin Ankara’daki arazilerini satarak bu seyahati finanse etmeyi üstlenmiş olan göz tabibi Esad Paşa galiba Saray’ın müdahalesiyle bu satış işini yapamayınca proje çökmüştür.
***
Bütün bu ayrıntılar Prof. Kayahan Özgül’ün bir makalesinden… Hüseyin Cahid’in bizim edebiyatımızda az rastlanan bir ütopya örneği olan “Hayât-ı Muhayyel” hikâyesi üzerine Prof. Özgül’ün yazdığı kapsamlı incelemede söz konusu eserin sosyal ve siyasi arka planına dair bu çeşitten ayrıntılı bilgiler yer alıyor. (“Babil’le Ebabil”, Kitabevi Yay.)
Fikret ve arkadaşları Yeni Zelanda projesi çökünce hemen pes etmezler. Bu sefer Sarıçam projesi gündeme gelir. Hüseyin Kazım Kadri’nin ailesine ait bir çiftlik vardır Manisa’nın Sarıçam köyünde. Yurtdışına kaçma planlarını hayata geçiremeyen ekip oraya yerleşmeye karar verir. Köyü ve çiftliği görmesi için görevlendirilen Hüseyin Cahit binbir zorlukla maceralı bir yolculuğa çıkar. Dönüşünde Sarıçam ve çevresini ballandıra ballandıra anlatır arkadaşlarına. Aylarca burada kuracakları komün hayatının hayaliyle yaşarlar. Bu arada Sarıçam köyünde yaşanacak ideal hayata dair şiirler yazmaya başlayan Fikret birden bire bu niyetten vazgeçer. “Biz gene İstanbul’da kaldık” diye anlatır maceranın sonunu Hüseyin Cahit.
Kıssadan hisse: Aydın denilen kişi bazen üstesinden gelemediği realiteleri yok sayarak bunlara mukavemet göstermeye çalışır. Ama kaçıp gitmeyi tasarladığı “ıssız ada” sadece kendi muhayyilesinde mevcut olduğundan bu kaçış fikri gerçek bir kaçışa dahi müncer olmaz. Gerçeklerden kaçış dışında...