Afgani ‘ümmetçi’ miydi ‘milliyetçi’ mi?
Burada kitap yazmıyoruz, nihayet gazete yazısı yazıyoruz. Onun için etkileşime büsbütün kapalı olma lüksümüz yok. KARAR’ın internet sitesindeki ve sosyal medyadaki yorumlar kadar özel kanallardan gelen tepkiler de bu yazıların yönünü az veya çok, doğru veya yanlış bir şekilde etkiliyor.
Son birkaç yazıda Cemaleddin Afgani’nin fikir dünyasını anlamaya yönelik çabamız hakkında yapılan yorumlar da öyle. Bu satırlar böylesi bir bağlamın ürünü.
Afgani hakkında yazılanlara gösterilen tepkiler içinde bir bölümü “neden din reformcusu, mason bir adamı övüyorsun” mealinde ki bunları ciddiye almaya gerek yok. Cemaleddin’in vizyonunu veya misyonunu anlamayı dert edinseler zaten birkaç objektif kaynakta üç beş sayfa karıştırarak kafalarındaki soruların cevabını bulabilirler. Hiç kimse bunca malûmatı anasının karnındayken edinmiyor.
Ondokuzuncu asrın ikinci yarısında İslam dünyasının dört bir köşesindeki (Muhammed İkbal’den Mehmed Akif’e, Abduh’dan Mehmet Emin Resulzade’ye) onca aydının fikir dünyasına yön verebilen bir mütefekkiri “modern çağın İbn Sebe’si” olarak görmek ve göstermek saçmalıktan başka bir şey değil. Afgani’nin hem fikirlerinde hem eylemlerinde eleştirilecek hususlar elbette var. (Nitekim Abduh da, Akif de eleştiriyor çok sevdikleri Şeyh Cemaleddin’in bazı görüşlerini ve tutumlarını.) Ama böyle bir insanın “İslam’ı içeriden yıkmak için İngilizlerin görevlendirdiği bir ajan” olduğuna inanmak için akıldan da vicdandan da mahrum olmak gerekir. (Bütün ömrü İngiliz emperyalizmine karşı mücadeleyle geçmiş birinden söz ediyoruz ayrıca!)
***
Bir de Afgani’yi seven ama aslında sevdikleri kişinin düşünce dünyasından pek haberdar olmayanlar var. Bunlar da “ümmetçi bir mütefekkiri bize milliyetçi diye yutturmaya çalışıyorsun” diye sitem ediyorlar bana!
Afgani sevgisini okuyarak araştırarak değil, meskunu oldukları mahallenin mitoloji paketi içinden “default” olarak çıktığı için kendiliğinden edinmiş olan bu dostlarımızın da birkaç objektif kaynakta üç beş sayfa karıştırmaları gerekiyor. Tabii hakikatin ne olduğunu bilmek istiyorlarsa.
Bunlardan bir dostumuz “İyi bari Atsız’ı da Afgani’nin takipçisi ilan ediverseydiniz” demiş. Anlaşılan “Türkçü” sözü kendisine Bozkurtların Ölümü yazarını hatırlatmış yalnızca. Oysa Meşrutiyet devri Türkçülüğünün Cumhuriyet devrinin Türkçülüğüyle benzerliği iki ayrı dönemin İslamcılıklarının benzerliği kadardır. Sözgelimi Gökalp ile Atsız’ın ortak yönleri Mehmet Akif ile Necip Fazıl’ın fikir dünyalarının benzerliği gibidir.
Ama tabii “Ne olmuş ki? O da İslamcı bu da İslamcı; o da Türkçü bu da Türkçü” diyebilecekler de okuyor bu yazıları bazen, onun için fazla uzatmayacağım.
***
Osmanlı’nın son dönemindeki kültürel/entelektüel ortamın mahiyeti iyi bilinmediği için bugünkü İslamcıların çoğu o günkü Türkçülüğü ırkçılık, bugünkü Türkçülerin çoğu da o günkü İslamcılığı gericilik olarak görüyorlar. Oysa her iki fikir akımı da birer modernleşme programı anlamı taşıyordu. Elbette o günün sorunlarıyla bugünkü sorunlarımız aynı olmadığı için o günkü çözüm önerilerinin bize bugün kurtuluş reçetesi gibi görünmemesi doğal. Zaten öyle görürsek yanlış yapmış oluruz, anakronizme düşeriz. Ancak şu var ki geçmişimizin “realiteler ve idealler” tablosunu siyasi ve sosyal tarihimizin duvarındaki görünür bir yere yerleştirmezsek bugünün tablosunu analiz etmekte de zorlanırız.
İkinci Meşrutiyet yıllarıyla Cumhuriyet dönemi arasında kurtuluş savaşını verdiğimiz birkaç yıllık kısa bir fasıla var ama aslında bir dünyada uyuyup başka bir dünyada uyanmışçasına büyük bir değişim yaşadık.
Rejim değişikliğinden, saltanatın yerine cumhuriyeti ilan edişimizden veya laikliğin tesisinden bahsetmiyorum. Bunların hepsi zaten çoktan başlamış bir sürecin zorunlu olarak getirdiği sonuçlardı. Asıl değişen şey dünyaya ve kendimize bakışımızdı. Kendimizi mevcut dünya içindeki konumlayışımızdı.
Devam edeceğiz…