Ekonomik değil, siyasi ve hukuki bir kriz
2010 yılında 1 ABD dolarının 1.5 lira olduğunu ve uzun süreler bu seviyede kaldığını hatırlıyorum. O dönemde hükümet, tek başına iktidar olma avantajıyla, istikrarlı bir ekonomi programı yürütüyordu. Hedef, dünyanın belli başlı ekonomileri arasına girmekti. O dönemden bakıldığında, 9-10 yıl sonraki tablonun ne durumda olacağını herhalde çok az kişi tahmin edebilirdi. Bugün, 1 dolar 8.25 lirayı geçmiş durumda; başka bir ifadeyle, 1 lira, 12 sent seviyesine kadar indi.
Neden bu kadar hızlı bir şekilde fakirleştiğimiz sorusuna dair, teknik açıklamaları iktisatçılardan dinliyoruz. Şahsen yaşanan krizin, teknik bir reçete ile tedavi edilebilir olma düzeyinden çıktığını düşünüyorum. Kriz, çok daha derin, siyasi ve hukuki bir çözülmenin yansıması sadece. Demokrasi, hukuk düzenindeki seviye kaybının doğal bir sonucu. O nedenle, ihtiyacımız olan, kurallara dayalı bir karar alma mekanizması ve sistemden başka bir şey değil.
Sihirli formül, hukuku ve demokrasiyi yeniden rayına oturtmaktan geçiyor. Zaten bunu yaptığınızda halkın, gençlerin ve yatırımcının geleceğine olan güveni tekrar geri gelecek, iyi yetişmiş kadrolar layık oldukları görevlerinin başına dönecektir. O kadrolar ekonominin hangi önlemlerle rayına oturacağını bilirler ve aldıkları sorumluluğun gereğini yapacaklardır. İşinin ehli kadroların dümene geçtiğini gören piyasalarda oluşacak psikolojinin etkisiyle, ekonomide kısa sürede toparlanma sağlanır. Nüfusu 80 milyonu geçmiş bir vergi ve üretim ekonomisi, sadece birilerinin yakını olduğu için şahısların kritik görevlere getirildiği, doğal kaynak zengini bir rantiye ekonomisi gibi uzun süre yönetilemez.
İnsanların hangi suçu işlemeleri halinde hangi ceza ile cezalandırılacaklarının belli olması ve bunun kişiden kişiye değişmemesi anlamına gelen hukukın üstünlüğü, ekonomiyle doğrudan ilgilidir. Zira, hukuk düzeni olan bir ülkede öngörülebilirlik vardır; kurumlar önceden tayin edilmiş, hiyerarşik bir düzen içerisinde güç kullanırlar. Anayasa Mahkemesi’nin kararlarının alt mahkemeler tarafından dikkate alınmadığı, devletin hiyerarşik bütünlüğünün çöktüğü, adalet mekanizmasının işlevsizleştiği algısının teyit edildiği bir ülkede, güven bunalımı ve ekonomik kriz normal bir sonuçtur. Adalet, bir ülkenin ekonomik kalkınmasının olmazsa olmaz şartıdır.
Bunları hatırlatınca, hemen Çin’in başarılı ekonomik kalkınma modeli akla geliyor. Şu soru çok sık soruluyor: Demokratik bir rejime sahip olmadığı halde, Çin nasıl bu kadar hızlı kalkınabildi? Oysa Çin örneğinin doğru analiz edilmesi gerekiyor. Evet Çin’de demokrasi yok, yerine bir parti diktatörlüğü var. Çin’in insan hakları alanındaki performansı, Tibet ve Uygur halkları üzerindeki kültürel soykırım uygulamaları da ortada. Ancak Türkiye’nin nüfusu kadar üyeye sahip Komünist Partisi’nin yönettiği ülkede, ideolojik olarak seçilmiş olsa da yeterince kalabalık bir kalifiye insan havuzunun içerisinde liyakat mekanizması işliyor. Çin, şahsileşmiş bir otoriterlik değil, kurallara dayalı ve öngörülebilir bir rejim olarak aldığı dış yatırımlar sayesinde ekonomik kalkınmasını gerçekleştirebildi.
Çin’deki sistem diktatörlüğüne kıyasla, Suharto’nun Endonezyası ya da Mahathir Muhammed’in Malezyası lider otoriterliğin dayalı rejimlerdi. Her iki ülke de hızlı zenginleşmiş, başarılı “ahbap kapitalizmi” örnekleriydi. 1997 Asya krizinde Endonezya ve Malezya gibi rejimler sadece ekonomik değil, aynı zamanda etkileri devam eden derin siyasi sıkıntılar yaşadılar. Kurallara dayalı bir sisteme sahip olmayan, siyasi kalkınma sürecinde geri kalmış ülkeler, zengin doğal kaynaklarına rağmen, sürdürülebilir bir refah düzeyine ulaşamıyor.
Döviz kuru, enflasyon ve işsizlik gibi olumsuz ekonomik etkiler, geçim sıkıntısı artan bir halkı daha doğrudan ilgilendiriyor. Toplumda, yaşanan krizin asıl müsebbibi olan siyasi ve hukuki sorunlar için, aynı düzeyde bir hassasiyet oluşmuyor. Oysa kalıcı bir çözüm, demokrasinin güçlendirildiği, hukukun üstünlüğü ve güçler ayrılığı esasına dayalı, kapsamlı bir sistem restorasyonundan geçiyor. Bunlar sağlanmadan, ülkenin insan sermayesinden katma değeri yüksek bir üretim altyapısı için istifade etmek mümkün olmayacaktır.
Demokrasi ve hukuk seviyesindeki aşağı doğru inişi durduramayan ülkelerde, halkın dikkatinin başka konulara çekilmesi, elde kalan tek çaredir. Böyle ülkelerde, dış güçler söylemi, içerideki güç kaybının en kolay telafi edilebileceğinin düşünüldüğü, seçmen konsolidasyonu için mükemmel bir araç olarak görülür. Ancak, çok daha toleranssız ve riskli bir alan olan dış politikada, siyasi motivasyona sahip hareketler bumerang etkisiyle geri döner.
Bu nedenle, çözüm içeride aranmalı, ülkenin bütün enerjisi, müreffeh, adil ve demokratik bir Türkiye’nin inşasına sevkedilmelidir. Aksi durumda, kendi insanlarının geleceğe dair ümitlerini kaybettikleri ve giderek yoksullaşan, dışarıda ise itibarı zayıflamış, çıkarlarını ve davalarını savunmayan bir ülke haline geliriz.