Azerbaycan’ın haklı davası
Türkiye’nin doğrudan dahil olmasa da yoğun bir askeri ve diplomatik mesai harcamasına neden olacak, sonuçları itibarıyla büyük riskler taşıyan ve bu nedenle de çok titiz bir diplomasi yönetimine ihtiyaç duyulan yeni bir krizin içerisine girmiş olduk.
Bu krize kadar hangi süreçlerden geçildiğini hatırlamakta fayda var. Ermenistan uluslararası hukuka göre Azerbaycan toprağı olan Dağlık Karabağ bölgesini, uluslararası tepkilere rağmen, 30 yıla yakın bir süredir işgal altında tutuyor.
1991’de Ermenistan Karabağ bölgesini işgal ederek sivil halka yönelik katliamlar başlattı. Aynı yıl yapılan Azerbaycanlıların boykot ettiği referandumun sonucuna göre, Dağlık Karabağ bağımsızlığını ilan etti.
Silahlı Ermeni güçleri 1992’de Rusya’nın desteğiyle işgal ettiği Hocalı’da 600 sivili katletti. Sonrasında da Karabağ’ın tamamını ele geçirdi. Bu işgalde binlerce insan hayatını kaybetti, yüzbinlerce mülteci evlerini terk etmeye zorlandı. Bu süreçte Azerbaycan topraklarının yüzde 20’si işgal altına girdi. 1992’de krizi diplomatik sahada çözme girişimi olarak AGİT bünyesinde müzakere süreci başlatıldı ve eş başkanlığını ABD, Fransa ve Rusya’nın yaptığı Minsk Grubu teşkil edildi. Ancak ateşkesin ilan edildiği 1994 yılından bu yana, bu girişim sorunu çözmede etkisiz kaldı.
14 Mart 2008’de BM Genel Konseyi 62/243 sayılı kararname ile bütün Ermeni güçlerinin işgal altında tuttuğu Azerbaycan topraklarının tamamından ivedilikle geri çekilmeleri için çağrıda bulundu. Yine 2010’da Avrupa Parlamentosu, 2016’da ise Avrupa Konseyi Parlamenter Meclisi işgalin ortaya çıkardığı insani ve sorunları vurgulayarak, Ermenistan kuvvetlerinin süratle geri çekilmeleri için çağrıda bulundular.
Ancak Ermenistan’ın savunma paktı ortağı Rusya’dan ve Batı’daki güçlü Ermeni lobisinden gördüğü destek, çözüme yönelik uluslararası çağrıları etkisiz hale getirdi. Buna karşılık Azerbaycan, sahip olduğu enerji kaynakları zenginliğini de kullanarak, askeri gücünü artırma yönünde girişimlere başlamak zorunda kaldı.
Ermenistan’ın bir tarafta Rusya, bir tarafta da İran tarafından desteklenmesi Azerbaycan’ı stratejik denge arayışına ve bu noktada İsrail ile yakın ilişkiler geliştirmeye sevketti. İsrail ile askeri teknoloji transferine yönelik anlaşmalar imzaladı. Örneğin, 2019 yılında İsrail yapımı SkyStriker tipi kamikaze İHA’larını satın alan ilk yabancı ülke Azerbaycan oldu.
İsrail de Azerbaycan’ı İran’ı kuşatma politikası çerçevesinde önemli bir üs ve stratejik ortak olarak gördü. Ayrıca, Azerbaycan İsrail’in sahip olduğu lobi gücünü kullanarak Ermeni lobisinin güçlü olduğu Batı ülkeleriyle ilişkilerdeki engelleri aşmaya çalıştı.
Azerbaycan asıllı akademisyen Elnur İsmayıl Bakü’nün İsrail’in ABD’de sahip olduğu lobi gücü, hem de iki ülke arasındaki tarihsel ilişkiler nedeniyle ikili ilişkilere önem verdiğini belirtiyor. Ancak sağcı çizgide yayın yapan Jerusalem Post gazetesinde yayınlanan bir makalede ise, Türkiye’nin daha fazla öne çıkması nedeniyle, İsrail’in açık çıkarının olmadığı bu krizi kenardan izlemesi tavsiye ediliyordu. İsrail, Rusya ile de kolayca riske atmak istemeyeceği kritik ilişkilere sahip. Ayrıca, İsrail açısından, Arap ülkeleriyle normalleşme sürecinden dolayı, Arap olmayan bölgesel devletlerin stratejik önemi azalıyor. Bu da Azerbaycan güvenlik stratejisinde Türkiye’nin önemi artırıyor.
Karabağ, Suriye ve Libya’dan sonra Türkiye’nin Rusya ile karşı karşıya geldiği yeni bir cephe. Rusya ile bu kadar çok alanda çatışma yaşamanın Türkiye’ye ciddi riskler taşıdığı, ağır maddi ve diplomatik yük getireceği açıktır.
Rusya’nın, Ermenistan’ın da üyesi olduğu Kolektif Güvenlik İşbirliği Örgütü’nü devreye sokma ihtimali, krizin daha da tırmanması riskini taşıyor. Çatışmaların Ermenistan sınırları içerisine taşması durumunda üye devletler kolektif güvenlik sorumluluğu çerçevesinde çatışmalara müdahil hale gelecekler. Çatışmanın boyutlarının provokasyon ve komplolarla tırmanması, istenmese bile mümkündür.
Ermenistan güvenliğini Rusya ile savunma paktı yoluyla teminat altına alırken, Azerbaycan’ın hiçbir ülkeyle böyle bir anlaşması bulunmuyor. Ancak Türkiye’nin NATO üyeliğinin sahip olduğu en güçlü teminat ve avantajı olduğu unutulmamalıdır.
Denge politikasından bir adım dahi dışarı çıkılmaması gereken hassas ve kritik bir aşamada bulunuyoruz.