Şikârî'nin Avları
Karaman-nâme’nin kurgusunda Osmanlı dâhil Anadolu beyliklerine topraklarını veren ve onlara sancak ve davul gibi hâkimiyet alametlerini gönderen Karamanoğlu’dur.
Karamanlılar açısından yazılmış yegâne “kronik” olan Şikârî’nin Karaman nâme’sinden yansıyan Osmanlı görüntülerine ve tabii ki, Karamanlı- Osmanlı ilişkilerinin bu metinde nasıl resmedildiğine bakacağız. Şikârî’nin “tarihi”nin bugün iki ayrı yayınına sahibiz. Bunların ilki, merhum M. Ferid Uğur’un okuyuşuyla, evvela Konya Mecmuası’nda tefrika suretinde yayımlanan ve daha sonra merhum M. Mes’ud Koman tarafından Şikârî’nin Karaman Oğulları Tarihi adıyla 1946’da yapılan yayındır. İkincisi ise, Metin Sözen ve Necdet Sakaoğlu tarafından çeviriyazı ve tıpkıbasım olarak hazırlanan ve Karamannâme. [Zamanın Kahramanı Karamanîler’in Tarihi] adıyla 2005’te yapılan yayındır.
Her iki yayın da aynı nüshayı esas olarak almaktadır. Bu nüsha, Konya Yusufağa Kütüphanesi’nde bulunan ve üzerindeki bir kayıttan dolayı 1614-15 yılında istinsah edildiği düşünülen en eski tarihli Şikârî nüshasıdır. Koman yayınında, İstanbul ve Berlin nüshaları dikkate alınmadığı için tam kritik bir edisyon denemezse de Konya nüshasının eksik sayfaları İstanbul nüshasından tamamlanma yoluna gidildiğinden ve dahası metne müdahale edilerek, tutarsızlıkların giderilmeye çalışılmasından ötürü bir metin tamiri çabası vardır. Sözen- Sakaoğlu yayını ise metin tamirini hedeflemeyen bir nüsha yayınıdır ve Koman yayınında eklenen eksik sayfaları metin içine almamış ve sadece dipnot olarak özetlerini vermekle yetinmiştir.
Başka bir deyişle, Karaman-nâme’nin bir edisyon kritiği henüz yapılmış durumda değildir. Her iki yayında da okuma problemleri mevcuttur. 2005 yayını, 1946’daki bazı okuma yanlışlarını düzeltmiş ama 1946’da doğru okunan, mesela, “Aceb kim ola?” gibi bir ifadeyi “ ‘Aceb kim evlâ?” şeklinde okuyarak yeni ve basit okuma yanlışlıkları üretmekten de geri kalmamıştır. Bununla birlikte, 1946 yayınında atlanan bazı cümleleri metne dâhil etmekten dolayı 2005 yayınının da üstün olduğu yerler vardır. Dolayısıyla, her iki yayını ve tabii ki Karaman-nâme’nin tıpkıbasımını birlikte ele almakta fayda vardır.
Şikârî’nin metninin her iki yayının yayımcılarının da eserin kurgusal özelliklerinin farkında oldukları açıktır. 1946 yayınında, hem Ferid Uğur’un hem de Mes’ud Koman’ın, Şikârî’den “bir halk vekâyinâmesi” olarak söz ettikleri görülüyor. Uğur, “Firdevsî’nin meşhur Şehnâme’sinde olduğu gibi bunda da mavakaa [olmuş, geçmiş şeylere] uymayan bir takım hurafeler ve şairane mübalağalar vardır” diyor. Ama o, Şikârî’deki “asılsız rivayetleri atıp hakikatleri almak tarihle uğraşanlar için güç bir şey değildir” iyimserliğindedir. Koman da, metinde anlatılan bazı yeryüzü şekillerinden yola çıkarak Şikârî için, “Fakat sanıldığı kadar da efsanevi bir şey olmasa gerektir” yargısında bulunuyor.
Sakaoğlu- Sözen yayınında da eserin, “Masalsı- destansı örgüsüyle sürükleyici bir metin olan bu tarih” şeklinde nitelenmesinden yola çıkarak onların da edebî / kurgusal özellikleri vurguladıkları düşünülebilir. “Tarzı gereği abartı ve olağanüstülükler içermekle birlikte verdiği adlar, betimlediği olay ve ortamlar gerçektir” demelerinden ve tabii ki “tarih” olarak nitelemelerinden dolayı metnin arkasında daha fazla durduklarını söyleyebiliriz. Maalesef, mesele, metnin sadece bazı abartı ve olağanüstülükler barındırmasından ibaret değilmiş gibi geliyor bana. Evet, onlar da var. Mesela, Karaman’ın savaşta kullandığı altın gürzünün 438 okka çekmesi veya Karamanoğlu Alaeddin Bey’in sadece başı 300 okka ağırlığında olan ve postunun üstünde kırk yiğidin oturabileceği cesamette bir ayıyı öldürmesi gibi bahisler gayet epik bir şekilde anlatılıyor.
Bunlara “abartı” diyebilir, anlatılanların bir aslı esası olmakla beraber, edebî bir metinde bu hâle geldiklerini savunabiliriz. Sonuçta altından gürz yapmak da mümkündür, büyük bir ayıyı avlamak da. Fakat mesela, Selçuklulardan önce Orta Anadolu’da yurt tutan, devlet kuran bir Müslüman hanedan ve onun tek tek isimleri sayılan sultanları gibisinden bir “bilgi parçasını” ne yapacağız? Tarih bilgimiz dâhilinde böyle bir hanedan yok ki sayın yayımcıların, “verdiği adlar, betimlediği olay ve ortamlar gerçektir” hükmüne katılabilelim.
Koman-Uğur yayınında, Acem’den gelen bu hanedanın mensup olduğu taifenin adı “şüben verekâre-şirinkâr” diye okunmuş. Sakaoğlu- Sözen yayınında ise “Tüben Virekâre” şeklindedir. Tıpkıbasımın çözünürlük kalitesi ne yazık ki iyi değil, okuduklarımdan ben de anlamlı bir isim çıkaramıyorum fakat “şirinkâr” kelimesi metinde kesin olarak yok. Sanırım, kelimeye alternatif bir okuyuş olarak sunulmuş. Acaba, İran’da, Fars eyaletinde 11. ve 12. Yüzyıllarda faal olan Şebânkâre Kürtleri mi kastedilmiş? Söz konusu olan Şebânkâre’nin bozuk bir yazılışı mı? Hoş, onlar da Selçukludan önce (veya sonra) Anadolu’ya göç etmedikleri için değişen bir şey olmuyor. Bu arada, Karaman-nâme’ye tarihî bir kronik veya bir tarih kitabı muamelesi yapmanın bariz bir haksızlık olup olmadığını da düşünmeliyiz derim. Benim naçiz kanaatime göre, örnek aldığı “şehnâme” ne kadar tarihse o da, o kadar tarihtir ama bu ondan öğrenecek hiçbir şey yoktur anlamına da gelmiyor.
Sakaoğlu ve Sözen’in, yayınlarının inceleme bölümünde Karaman-nâme’nin içeriğini Osmanlı kaynaklarıyla karşılaştırırken Neşrî’nin Kitâb-ı Cihan-nümâ’sını dikkate almamalarının ise büyük bir eksiklik ve şanssızlık olduğunu belirtmek durumundayım. Şöyle ki, Neşrî’de, ondan önceki kroniklerin hiçbirinde bulunmayan bir Karamanlı- Osmanlı ilişkileri faslı vardır. Neşrî’nin burada, Karamanlıları çok yakından tanıyan, 1386’da başlayan Karaman- Osmanlı çatışmasının yakın bir tanığı olan veya bu olayları yakından bilen kişilere dayanan, başka ve çok daha erken tarihli ve gazavat-nâme türünde olduğunu söyleyebileceğimiz bir kaynağı kendi derlemesine aldığı anlaşılıyor. Özellikle Karamanoğlu Alaeddin Bey’in maceralarının Osmanlı kaynaklarında nasıl yansıtıldığı konusunda ilk danışılacak kaynak Neşrî olmalıydı.
Karaman-nâme’nin kurgusunda bütün Anadolu beyliklerine topraklarını veren, onların hepsinin metbû’u olan, sancak ve davul gibi hâkimiyet alametlerini onlara gönderen Karamanoğlu’dur. Osman Bey’in bu metinde ilk kez ortaya çıkması ise Mehmed Bey’in, babası Karaman’ı zehirleterek öldüren Selçuklu sultanı Alaeddin’i Konya’dan kovması ve şehre “Cimrî namında bir haramiyi” hâkim kılması sonrasına rastlar. Osman, gelip, buluşup Mehmed Bey’e çok hizmet eder. Mehmed Bey de, “İskender kesdüğü boğaza” yani İstanbul Boğazı’na kadar olan toprakları Osman’a verir, davul ve sancak vererek onu bey yapar.
“Sultan Alaeddin”, iki yıl kadar Beyşehir dağlarında gizlenir. Sonunda Mehmed Bey’in üzerine geldiğini duyunca üç yüz süvariyle “diyar-ı Osman’a” sığınır. Osman, onu iyi karşılar, saygı gösterir, hâlini sorar. Alaeddin ağlayarak şöyle der:
“Kanı raht ü bahtım, kanı mülk ü malım, kanı sağ ve solda olan beğlerim? Karaman bana bir iş eyledi ki dünyada kimse kimseye eylemedi. Konya gibi şehrimi, bana rağmen Cimri namında bir haramiye bağışladı…”
Bunun üzerine Osman da, “Padişahım biz anınla cenge kadir olmazız. Ne kılalum?” diyerek Karamanoğlu Mehmed Bey karşısındaki güçsüzlüğünü ifade eder.
Sultan Alaeddin, Kefe Hanı Hasan Giray’a mektup yazıp yardım isteyince han, hemen ikişer yedek atı ve çifte tirkeşi bulunan yetmiş bin kişilik bir Tatar ordusuyla Karadeniz’i geçer ve Sinop’a çıkar. Orada Alaeddin ile buluşurlar. Hasan Giray Han, sultana ağlamamasını, önce Karaman’ın bağımlıları olan Germiyan ve Aydınoğlu beyliklerinin üzerine gideceğini söyler. Fakat beyler itiraz eder ve başına asker toplamasına fırsat vermeksizin önce Karamanoğlu üzerine gidilmesini önerirler. Sinop’tan Konya’ya giden en kestirme yol Osman’ın beyliğinden geçiyor olsa gerek ki oraya yönelirler… Metnimiz, “Bu tedbiri makul görüp Osman diyarına geldiler. Osman izzet edüp [lâkin] bile gitmedi. Zira evvel tabl ü ‘alemi Osman’a Karaman oğlu virmiş idi. Nân (ekmek, ekmek hakkı) gözedüp gitmedi” diyor. Hikâyeyi tamamlamak için kısaca söyleyelim, Sultan Alaeddin ve Hasan Giray, Konya’ya ulaşınca Cimrî kentten kaçar. Alaeddin yine tahtına oturur. Mehmed Bey ise Tatar hanı ile yaptığı savaşta şehit düşer.
Burada anlatılan olayların tarihselliğini sorgulamaya hiç girişmeksizin, metnin temel kaygısının, sonradan Karamanlılar için çok sıkıntı yaratacak ve onların siyasî varlığını bitirecek olan Osmanlıların başlangıçta böyle bir güce sahip olmadıklarını, dahası siyasî güçlerini ve meşruiyetlerini Karamanlılara borçlu olduklarını vurgulamak olduğunu söyleyelim. Metin, Osman Bey’in tutumunun onun yerine geçenlerin davranışlarından ne kadar farklı olduğunu da göstermek istemektedir.
Nitekim Osmanlılardan ikinci kez bahsedildiğinde artık çok zaman olmuştur. Birtakım iç karışıklıklardan sonra Karamanlıların başına Süleyman Bey geçmiştir, ordusunun kumandanı kardeşi şehzade Alâeddin’dir. Süleyman’ın beyleri, Karamanoğlu beyliğinin eski gücünü hatırlatırlar:
“Ey şah! Atan Karaman ve Mehemmed Bey Sivas’dan İskender Kesdüğü Boğaz’a değin hükmederdi; lâyık mıdır ki, tahtınızda gayrılar otura? Dedenüzün ne kadar kulu var ise hutbe sikke sahibi oldu.”
Böylece anlıyoruz ki Karamanoğlu’nun zamanında bu beylere davul ve sancak göndermesi onların bağımsızlığını tanımak veya onlara bağımsızlık vermek anlamına değil, Karamanoğlu hâkimiyeti altına almak anlamına geliyormuş. Karamanoğlu, İstanbul Boğaz’ına kadar olan topraklara hükmettiğine göre… Süleyman Bey de bunun üzerine Alâeddin’i çağırır, bağımsızlaşan beyleri tekrar itaat altına almasını ister:
“Saruhan ve Aydınoğlu ve Eşref ve Hamid ve Menteşe ve Osman, bunlar vefat edüb oğulları hakk-ı nânı unutub sikke hutbe sahibi oldular. Asker cem’ edüb diyâr-ı sâhile var, eğer istikbâl ederlerse her birine hüccet ver, sefada olsunlar. Eğer cidâle cenge çıkarlarsa ceng eyle…”
Metnin başka bir yerinde bu hüccet (belge) almanın ne anlama geldiği de açıklanıyor. Buna göre etrafın beyleri “yılda üç kere” (Koman yayınında tamirli olarak yılda bir kere üç gün) Lârende’ye gelir, Karamanoğlu’ndan yeni hüccet alır, ülkelerine dönerlermiş veya Karamanoğlu devre çıkar, beylere yeni hüccet verirmiş. O dönemde beylikten alma veya beyliğe tayin yapılmazmış. Tabii ki hüccet almanın bir bedeli de varmış. Yeni hüccet alınırken Karamanoğlu’na para ve hediyeler verilir, peşkeşler çekilirmiş. Kısacası metnimiz, diğer bütün beylerin Karamanoğlu tarafından atandığını ve topraklarının Karamanlı ülkesi sayıldığını söylemekle kalmıyor, beylerin, beyliklerinin başında sorunsuz kalmak istiyorlarsa ve Karaman ordusuyla savaşmak istemiyorlarsa periyodik haraç veya vergilerini vermeleri gerektiğini de söylüyor.
Şehzâde Alâeddin, Karaman ordusunu alarak Karahisar’dan (Afyon) başlayarak bütün Batı Anadolu beyliklerini tek tek dolaştıktan sonra Teke bölgesine ulaşıyor. Karahisar’dan geçtiği yer Kütahya’dır…“Germiyanoğlu Alişar (Alişîr) karşu gelüb şehrine alub gitdi. Ziyafet eyledi. Yigirmi bin altun verüb hüccet aldı. Andan Osman geldi. On bin altun pişkeş verdi” (Koman’da atlanmıştır) dediğine göre, Alâeddin Bey, Osmanlı ülkesine gitmemiş, “Osman” Kütahya’ya gelerek peşkeşini vermiş.
Burada, Osman’ın vefat ettiği açıkça söylendikten sonra, hem de 1350’lere yerleştirebileceğimiz bir tarihte, Karamanoğlu’na itaat ederek “hüccet” alan beyin yine “Osman” olarak adlandırılması dikkat çekiyor. Metnin ilerleyen bölümlerinde I. Murad olduğu çok açık olan bir Osmanlı padişahı için de “Osman” adı kullanılıyor. Aynı şekilde, Germiyanoğlu beyinin adı da neredeyse bir yüzyıl önceki Alişîr Bey olarak geçiyor. Hoş, yukarıda Selçuklu Alâeddin’i Konya’dan kovan Karamanlı beyinin Mehmed olduğu belirtildikten sonra Alâeddin, “Karaman”dan yakınmaktaydı… Bunun, basit bir karıştırma veya bilgisizlikten ziyade, okuyanlar ve dinleyenlerin kolayca tanıyabileceği jenerik isimleri kullanarak anlatımda akış veya sadelik sağlama gibi sebepleri olabilir.
Şikârî’nin geçmişten avladıklarıyla, bugünün deyişiyle, bir “alternatif tarih” oluşturma çabası bu kadarla sınırlı değil tabii ki. Metin, Karamanlılar ve Osmanlılar arasındaki ilişkilerin ne minvalde olduğunu anlatmakla kalmıyor. Yeri gelecek, Osmanlıların kökenlerine dair ilginç görüşler de ortaya atacaktır.