Osman’ın hurucu III
Neşrî’ye göre, Osman Gazi, amcası Dündar’ı, kendisinin Bilecik tekfuruna karşı huruç etmesini engellediği için öldürmüştü
Kroniklere göre, Edebâli’den padişah olacağı müjdesini alan Osman Gazi harekete geçer. 1288-89’da Karacahisar’ı fethettikten sonra kardeşi Gündüz’e, Neşrî’nin aktarışıyla “Ne veçhile küffara hurûc eyleyelim” diye akıl danışır ama aldığı cevabı beğenmez. Gündüz, Karacahisar çevresinin vurulmasını önermektedir. Karacahisar’ı üs edinmek isteyen Osman ise, çevre bölgenin vurulmasının Karacahisar’daki kendi varlıklarını tehlikeye atacağı düşüncesindedir. “Şehrün şenliği iliyle olur. Kendü elimüzle kendü şehrimüzi yıkmak revâ değildir. Belki savâb oldur ki, çevre konşularımuzla müdârâ idevüz. Nitekim Bilecük tekvuriyle iderüz” cevabını verir.
Osman, siyasî- askerî yürüyüşüne başlamıştır ama hareketlerinin kendilerine zarar vermesini istemez. Dolayısıyla Bilecik ile dostluğu sürdürür. Eskişehir’de Ilıca yöresinde pazar kurdurur ve düzenini sağlar. Bileciklilerin ve Germiyanlıların her hafta geldikleri bir sınır pazarıdır bu. Kimsenin kimseye haksızlık yapmasına izin vermez. Germiyanlı birinden parasını alamayan Bilecikli bir Hıristiyan’ın hakkını alır. “Kimesne Bilecük keferesine zulm itmeye” diye yasak eder. O kadar adil davranır ki, Bilecik’in kadınları gelip, işlerini görüp geri giderler.
Ne var ki, Osman, pazar kurdurup düzenini sağlamanın kendisine kazandıracağı prestijden daha fazlasını; akıncıların etrafında toplanmasını, bir savaş beyi olmayı ve topraklarını genişletmeyi istemektedir. Bir gün, Harman Kaya tekfuru ve kendisinin takipçilerinden olan Köse Mihal’e, Tarakçı Yenicesi’ne (Taraklı) “seğirdim” etmek istediğini söyleyerek fikrini sorar. O da “Revâdur. Ammâ Sorkun üzerinden ve Saru-Kaya’dan ve Biş Taş’tan geçelüm ki, Sakarya suyunı geçmeğe âsân ola. Ve hem etrafdan gaziler gelmeye mülâyimdir. Ve andan Mudurnı vilâyetini urmağa kolaydur” cevabını verir.
Köse Mihal’in tarihî bir kişi olup olmadığına ve ünlü akıncı hanedanı Mihaloğulları ile olan ilişkisine dair tartışmalara hiç takılmadan devam ediyoruz… Haritaya bir bakış, Mihal’in, zaten Sakarya’nın güneyinde bulunan Osman Gazi’ye kuzeye doğru nehri geçmeyi ve sonra doğuya doğru akın etmeyi önerdiğini söylüyor. Çok önemli bulduğum bir nokta ise, Neşrî’nin anlatımından açıkça görüldüğü gibi, bu akına sadece Osman’ın kendi savaşçılarıyla çıkılmaması, etraftan gazilerin de katılmasının beklendiğidir. Nitekim Mihal, Samsa Çavuş’un o yörede yaşadığını hatırlatır, ona haber verilmesini ve onun da uygun zamanı bildirmesinin iyi olacağını söyler.
Samsa Çavuş, Osman Gazi’yi Sakarya’nın kuzey kıyısında karşılar ve Sorkun’a götürür. Samsa Çavuş’un tanışı olan yerli Hıristiyanlar, onun hakemliğini kabul eden ve kendilerine ‘ahd ü peymân veren Osman Gazi’ye savaşmaksızın itaat ederler. Akıncılar, oradan Göynük’e ve sonra onun batısında bulunan Tarakçı Yenicesi’ne uzanırlar. Etrafı tahrip ederler. Gül Kalanoz / Göl Flanoz’a, oradan da Harman Kaya yoluyla tekrar Karacahisar’a çıkarlar. Kılavuzları Köse Mihal’dir. Âşıkpaşazâde ve Neşrî, bu seğirdim sırasında çok mal ve ganimet alındığını ama halkı ürkütmeyip tâbi kılmak için esir alınmadığını söylüyor.
Samsa Çavuş’un kim olduğunu da Âşıkpaşazâde’den izleyelim:
“Bir kişidür kim anun dahı hayli cemâatı var. Ve hem yoldaşlığa yarar bir kardaşı dahı var. Sülemiş derler. Ve ol vaktın kim Er Duñrul Gazi Sögüd’e geldi, bunlar dahı anun ile bile gelmişler idi. Ol aralıkda durmadılar. İnegöl kâfiri incütdüginden vardılar, Mudurnu vilâyetinde karar etdiler. Anun kâfirleriyle müdârâ edüp otururlardı.”
Neşrî de aynı şeyleri söylüyor; cemaatlerinin kalabalık, yoldaşlığa yarar, bahadır kişiler olduğunu vurguluyor.
Samsa Çavuş ve yanındakilerin, Ertuğrul ile aynı zamanda Bithynia’ya gelseler bile onun kontrolünde olmadıklarını, Samsa’nın kendi topluluğunun lideri olduğunu söyleyebiliriz. Tabii ki, İstanbul’un Bizanslılarca Latinlerden geri alınmasından sonraki dönemde sınırların Kuzeybatı Anadolu’da ne kadar geçişken bir hâle geldiğini de…
Karayolları Genel Müdürlüğü, İnegöl ile Mudurnu arasındaki mesafeyi bugün 217 km olarak veriyor. Samsa Çavuş her iki kasabanın da merkezinde yaşamadığına göre bir miktar tenzilat yapabiliriz ama o dönemin yollarıyla bu mesafenin bugünkünden kısa olduğu da hiç ileri sürülemez. Samsa Çavuş liderliğinde bir grup ta İnegöl’e kadar sokulmuş ama komşularıyla anlaşamadıkları için tekrar Sakarya’nın doğusuna, Mudurnu dolaylarına göç etmiş. Her hâlükârda ciddî bir mesafedir.
Dahası, öğreniyoruz ki, 13.Yüzyıl sonu Bithynia’sının şartlarından dolayı yerli Hıristiyanlarla müdârâ eden sadece Ertuğrul Gazi değilmiş! Samsa Çavuş da Mudurnu ile müdârâ ediyormuş. Yalnız, Âşıkpaşazâde, “Ve ol sebebden Osman Gazi ol vilâyeti bunlara ısmarladı” dediğine göre, Osman’ın hurucu sadece doğrudan kendisine bağlı grubun değil başkalarının kurduğu yerel dengeyi de değiştiriyor; aynı zamanda bu tür gruplar üzerinde kendi otoritesini kuruyordu.
Osman böyle gazalar etmeye başlayınca çevresindeki tekfurlar ondan çekinir olmuş. Fakat o, Bilecik tekfuruna saygı göstermeye devam ediyormuş. Âşıkpaşazâde’den alalım:
“Osman Gazi Bilecük kâfirlerine gayetde hürmet eder idi. Sordılar kim: ‘Bu Bilecük kâfirlerinün senün katunda hürmeti var. Nedendür’ dediler. Eyitdi kim: ‘Konşılarımuzdur. Biz geldük bu vilâyete garib. Bunlar bizi hoş dutdılar. İmdi bize dahı vâcibdür kim bunlara hürmet edevüz’ dedi.”
Başka bir çağın gözleriyle hadiseye bakan Âşıkpaşazâde, metninin manzum kısımlarında “Vacibdür dostluk etmek konşıylen / Sakın kim konşunı olmaya yılan (…) Husûsâ kâfir olsa dost edinmez / Dilinde dini bâtıl, kavli yalan” gibi mısralarla kendi ahlâkî uyarılarını yapıyor ama kaynağındaki bu rivayetleri de aktarmamazlık etmiyor.
Neşrî’de de Osman’ın şöyle söylediği aktarılıyor: “Biz bu ile garib geldükde bizi hoşça tutub konşılık itdiler. Biz dahi hakk-ı civâriye [komşuluk hakkına] ri‘âyet idüb onlara mümkin oldıkda iyülük iderüz.” Her iki kaynağın da vurguladıkları bu garip veya yabancı oluşun, Osman ve halkının Bithynia’daki durumlarını tasvir ettiği kesin de acaba daha genel olarak Anadolu’ya yeni geldiklerini de ima eder mi, emin değilim. İlginç bir husus ise, Neşrî’nin, kaynak olarak kullandığı Âşıkpaşazâde’de bulunan ve Hıristiyanlarla dostluk yapmamak gerektiği gibi teorik bir noktadan yola çıkarak ahlâkî uyarılar yapan manzum kısımlara itibar etmeyişidir. Bunların hiçbirini eserine almamıştır.
Öte yandan Neşrî de, hem de başka hiçbir kaynakta bulunmayan bir kurguyla, Osman Gazi ve Bilecik tekfuru arasındaki ilişkilerin nasıl bozulduğunu anlatıyor. Ona göre sebep siyasîdir ve Osman’ın kendisiyle Bilecik tekfuru arasındaki ilişkileri bir noktadan sonra kabullenmemesinden ve değiştirmek istemesinden kaynaklanmaktadır. Buna göre, Yenişehir yakınındaki Köprühisar tekfuru “Bilecük tekvurunun üzerine hurûc idüp Bilecük tekvurı dahi Osman Gazi’den istimdad idüb yoldaşlık taleb” etmiş. Osman Gazi de askerlerini amcası Dündar’ın komutasına vererek Bilecik tekfuruna “muavenet” etmiş. Köprühisar tekfurunu yenmiş, kendi kalesinde kuşatmışlar. Osman’ın gayretiyle kale fethedilmiş, tekfuru da öldürülmüş. Sonrasını doğrudan alayım:
“Bilecük tekvurı şâd olub geçüb mukabelesinde İncir-Pınar’ı nâm köyin pınarı üzerinde Osman’a ‘azîm ziyafet idüb fâhir hil‘at giyürüb gazilere dahi in‘amlar idüb elin öpdürdi. Osman Gazi Bilecük tekvurınun beğlenüb kendünin elin öpdürdüğine rencide olub diledi ki heman-dem karvayub tekvurı tuta.”
Aslında net ve anlaşılır ama önemine binaen kısaca üstünden gidelim. Köprühisar tekfuru, Bilecik tekfurunun üzerine huruç ettiğine göre normalde ona bağlı olması gerekirken metbuuna asi olmuş. Laskarî’lerin İstanbul’a gitmesi ve sonra da önceliği Avrupa kısmına vermesiyle birlikte Doğu Roma merkezinin Bityhnia’daki etkisini ciddî olarak kaybettiğine ve orada belirgin bir feodalleşme olduğuna dair Bizans tarihçileri arasında yaygın bir görüş vardır. İlginç olan nokta, Neşrî’nin Bilecik tekfuru ve Osman arasında da böyle bir bağımlılık ilişkisi tarif etmesidir. Söylemeye pek gerek yok ama feodal dünyada, bir üst lord saldırıya uğradığında, onun kendi bağımlılarından yardım talep etme hakkı vardı. Vasallerin ilk görevi, askerî güçlerini metbularını savunmak için kullanmaktı. Burada, Osman Gazi’den yoldaşlık talep edilmesi bu bağlamda görülebilir.
Dolayısıyla, Neşrî’nin bu söyledikleri, Ertuğrul ve sonra da Osman ile Bilecik tekfuru arasındaki müdârânın basit bir iyi geçinme, iyi geçinmek için yüze gülme, komşuluk etme, karşılıklı hediye alma-vermenin ötesinde siyasî bir yönünün olduğuna da işaret ediyor. Anlaşılan o ki, Osman da Bithynia’nın feodal dünyasının bir parçası olmuş ve o dünyanın kurallarına göre hareket ediyordu. Böyle bir dünyada aynı dini paylaşmak tabii ki çok önemliydi ama ilişkilerde tek belirleyici olan din faktörü değildi. Nasıl ki Köse Mihal, henüz Müslüman olmadan Osman’ın takipçilerinden biri olmuşsa, Osman da, Hıristiyan Köprühisar tekfuruna karşı yine Hıristiyan olan Bilecik tekfuru için çarpışıyordu.
Neşrî’nin tarif ettiği bu feodal hiyerarşide kimin nerede durduğuna dair bir şüphe varmış gibi de durmuyor. En azından Osman’ın status quo’ya itiraz noktasına kadar böyle. Osman, Göynük üzerine akına giderken Bilecik tekfurundan yoldaşlık / askerî hizmet talep etmiyor. İstimdad edip yoldaşlık talep eden Bilecik tekfuru. Tekfur, gördüğü yardımın karşılığında Osman ve gazilere ziyafet veriyor, dahası Osman’a hilat giydiriyor. Adettir, hilati, büyük olan küçük olana giydirir… Yetmiyormuş gibi gazilere hediyeler veriyor ve elini öptürüyor. Anlaşılan bu da bardağı taşıran son damla oluyor. Tekfurun yoldaşlık talebine cevap vermekte bir beis görmeyen Osman Bey, onun, kendi adamlarına karşı giriştiği bu çok aşikâr beylik gösterisinden dolayı rencide oluyor ve tekfuru hemen yakalamak istiyor. Ertuğrul zamanında, hatta kendisinin ilk beylik zamanlarında böylesi durumlar oluyor muydu, olduğunda Osman nasıl davranıyordu, bilmiyoruz ama Osman’ın çok hürmet ettiği Bilecik tekfurunu fizikî olarak yakalamak arzusundan anlıyoruz ki artık siyasî güç yer değiştirmeye başlamıştır. En azından Osman o düşüncededir.
Sonrası da daha az heyecanlı değil. Osman, Bilecik tekfurunu yakalamak düşüncesini amcası Dündar’a açıyor. Müşavere ediyorlar:
“Tundar eytdi: ‘Öte tarafda Germiyan oğlı ‘aduv ve bu etrâfun kâfirleri heb bize düşman. Bunı dahi düşman idicek, bize duracak yir kalmaz’ didi. Tundar’un bu sözi Osman’a güc geldi. Kendünin hurucuna men‘ anlayub okla Tundar’ı urub öldürdi. Anda yol kenarında yapma mezarı vardur. Köpri-Hisar’dan Çakır-Pınar’ına gider yol üzerinde yatur.”
Neşrî, daha sonra kendisinin de itibar etmediği bir rivayeti aktarıyor. Buna göre, vaziyetten habersiz olan Bilecik tekfuru, Bilecik yakınındaki Kaldırayık deresindeki pınarda Osman’la sohbet edip onu yine davet etmiş. Tekfur’un çoğu halkı da onun, o gece şehrine dönmeyeceğini [Varyantta döneceğini] düşünerek Bilecik’e dönmüş. Osman da önce tekfuru ve yanındakileri öldürmüş, sonra da gidip Bilecik’i fethetmiş. Neşrî, “Ammâ esahh ve azher [en doğru ve en açık olan] oldur ki, Dündar’un ölmesi feth-i kal‘aya mâni‘ olup, sonra feth olundı” diyerek o faslı anlatmaya girişiyor.
Buradan ilk anlaşılacak husus, Osman’ın hurucunun Bilecik tekfuruna yönelik olduğudur. Tabii bir de Neşri’den önceki kaynaklardan yalnız Bayatlı Hasan’ın eseri Câm-ı Cem-Âyin’de geçen Dündar karakteri var. Sadece “Süleyman Şah”ın dördüncü oğlu olarak geçiyor. Kendi başına hiçbir şey yapmıyor. Sungur Tekin ve Gündoğdu asıl vatanlarına döndüğü zaman Ertuğrul ile Anadolu’da kalıyor. O kadar. Osmanlı tarihçileri Dündar üzerine epey tartışmıştır. Karar’da da sevgili İbrahim Kiras, bir ara güzel güzel anlatıyordu Dündar’ı. Tabii, Dündar’dan emin değiliz de Sungur Tekin ve Gündoğdu’nun varlıklarını kesinkes biliyoruz diye bir durum yok. Sonuçta onlar hakkında da, kroniklerden bağımsız, vesika temelinde bir şey bilmiyoruz. Yine de Bayatlı hariç daha önceki kaynakların hiç bahsetmediği Dündar karakterinin Neşrî’de, önce Osman’ın rakibi olarak gösterilmesi sonra da hurucunu engellediği gerekçesiyle onun tarafından öldürüldüğünün söylenmesi düşündürücüdür.