Osman’ın hurucu, I
Osman Bey siyasî- askerî çıkışını uzunca bir birlikte yaşama döneminden sonra Bithynia’da yapmıştı.
Bir hanedan devletinin henüz kurulma aşamalarında olduğu bir zamanda Osman’ı bey yapan, ailesinin soyluluğundansa içinde bulunduğu grubun fikir birliğiydi. Grup, belirli bir organizasyon ve koordinasyon gerektiren toplu eylemlerde, eski kroniklerin diliyle “avda kuşta” (ve herhalde savaşta) etrafında toplanabileceği bir kişiyi bey yapıyordu da diyebiliriz.
13. yüzyılın sonlarına doğru yarı göçer gruplar uçlara yığılmıştı. Bithynia ucundaki Osmanlıların, Anadolu ve İran platolarındaki Selçuklu- İlhanlı güç merkezlerinin doğrudan kontrolü altında olmaktansa Hıristiyan güçlere, bu durumda Bizans’a yakın bulunmayı daha avantajlı gördüğünü hatta bu durumu tercih ettiğini söyleyebiliriz. Selçuklu merkezi, uçlardaki her grubu kendisi yerleştirmese veya yönlendirmese bile iç bölgelerde çeşitli karışıklıklar çıkartma potansiyeline sahip hareketli ve denetlenmesi güç grupların uçlara yığılıyor olmasından herhâlde çok da gayrimemnun değildi. Kaldı ki, 1230’daki Yassıçimen Savaşı’ndan sonra Selçuklu hizmetine giren Harezmli grupların, Selçuklu yönetimi tarafından Batı Anadolu uç bölgelerine yönlendirilmesi ve yerleştirilmesinde olduğu gibi merkezin doğrudan inisiyatif aldığı örnekler de vardır.
Eşyanın tabiatı gereği uçlar; çatışmanın ve savaşın, hele karşılıklı akınların iç bölgelere göre günlük yaşamın daha kanıksanmış bir parçası olduğu yerlerdi. Unutulmaması gereken bir nokta ise, uçlarda devletler, gruplar ve bireyler arasındaki ilişkilerin yalnızca savaştan ibaret olmadığıydı. Savaş, geçerli tek ilişki biçimi olmadığı gibi kesintisiz de değildi… Daha yerleşmiş ve oturmuş bölgelerdeki idareciler, yazarlar, tarihçiler, ulema ve genel anlamıyla kentli sınıflar uçlara yönelen gruplara karşı her zaman takdir hisleriyle mi doluydu şüphelidir ama uç bölgesinin kendi insanlarının veya onların torunlarının gözlerinde durum böyleydi ve işin güzeli bu duygularını yerleşik güç merkezlerindekilere atfettikleri de oluyordu.
Osmanlı kroniklerinde gazilik ve gazanın faziletleri üzerine söylenenleri böyle bir bağlamda okumak mümkündür. Onlara göre Osmanlıların, gazayla iştigal etmeyen diğer Müslüman- Türk devletlerden en büyük farkı ve ayrıcalığı bu noktaydı. Mesela, Neşrî’ye göre, Osman Gazi, babası Ertuğrul’un yolundan giderek kendini gazaya adamış. “Mahzâ etmeği [ekmeği] gazâdan çıkarayın ve hiçbir melike ihtiyaç göstermeyeyin; hem dünya ve hem âhiret elüme girsin” şeklinde hayırlı bir niyet sahibiymiş.
Neşrî’nin, Osman Bey’le çağdaş olan büyük İslâm hükümdarlarına atfettiği düşünceler ise şöyledir:
“Ve bunun zamanında olan selâtin-i ‘ızâm ve mülûk-i kirâm cümlesi gördüler ki Osman Gazi’nün sıdk-ı niyyeti ve hulûs-i taviyyeti var. Ol sebebden Bilecük’i feth idicek ana mani‘ olmayub belki ‘kâfirlerden her ne feth iderse ana helâl olsun’ dirdiler. Ol vakıt anun-çün Osman’a ve evlâdına gazi dinildi. Zirâ bunlarun bünyâdı sâir mülûk ve selâtin gibi bilâd-i mümine tagallüble olmayub heman mahzâ gazâ ve cihadile olmağın hakikaten gazilik adına bunlarun istihkak-i zatisi olub ismi müsemmaya mutabık oldı.”
Osman Gazi’nin gönlündeki temiz niyetleri gören sultanlar onun Bizanslılardan yaptığı fetihlere karışmamışlar. Osmanlıların temeli diğer hükümdar ve sultanların durumunda olduğu gibi Müslümanların beldelerine el koymakla değil gaza ve cihat ile atılmış, dolayısıyla gazi olarak adlandırılmaya en çok onların hakkı varmış. Bunun oldukça idealize edilmiş bir anlatım olduğu açıktır ama acaba bazı tarihî gerçeklikleri de biraz olsun yansıtmıyor mu?
Şöyle de diyebiliriz; Osman’ın ağzından söylenen hiçbir hükümdara muhtaç olmamak bir bağımsızlık arama veya bağımsız olma arzusunun ifadesiydi. Tabii ki Müslüman hükümdarlardan da bağımsız olmak isterdi ama asıl önemli olan bu bağımsızlığın, zaten Müslümanların kontrolündeki topraklarda değil, henüz fethedilmemiş Doğu Roma topraklarında gerçekleşecek ve savaşılarak kazanılacak olmasıydı. O zaman da Osman’ın bağımsızlığını kimden veya kimlerden kazandığı, bağımsız olmadan önceki konumu, siyasî olarak ilk hamlesi ve bağımsızlığa giden yoldaki diğer dönüm noktaları gibi sorular ortaya çıkıyor.
Osmanlı kronik geleneğinde Söğüt yöresine gelenin Osman Bey’in babası Ertuğrul Gazi olduğunda tam bir mutabakat vardır. Osman’ın da Söğüt’te ve hicrî 659- 1260/61’de doğduğuna dair Oruç Bey’in bir kaydı bulunuyor. Yılı için başka tarihler varsa da bugün genelde kabul gören tarih 1258’dir. Merhum Halil İnalcık bu tarihi 1257 olarak hesaplamıştır. Âşıkpaşazâde’ye göre, Osman’ın ilk “fethi” olan Kulaca Hisar’ın zaptını (1285/86) bir başlangıç olarak kabul edersek, hele ki Osman’ın bu küçük hisarı yakmakla yetindiğini ve içine yerleşmek üzere fethettiği ilk kalenin 1288/89’da ele geçirdiği Karacahisar olduğunu düşünürsek onun 25-30 yaşlarına kadar ciddi bir savaş kariyeri olmadığını söyleyebiliriz.
Gerçi, Âşıkpaşazâde, bu Kulaca Hisar’ın tahrip edilmesinden kısa bir süre önce Osman ve İnegöl tekfuru arasında geçen bir çatışmadan da söz ediyor ve bunun Osman’ın ilk gazası olduğunu söylüyor. Dolayısıyla bu gaza faaliyetinin başlangıcını, Ertuğrul’un muhtemel ölüm yılı olan 1280/81’den sonraki ve Kulaca Hisar’dan önceki bir zaman diliminde biraz daha geriye çekebiliriz ama yeğeni Bay Hoca’nın ölümüyle sonuçlanmasına rağmen Osman’ın yanında sadece 70 kişinin olduğu bu çatışmanın bütün Bithynia’ya uyarı teşkil edecek kadar önemli olmadığı anlaşılıyor. Eğer arkası gelmemiş olsaydı o dönemin Bithynia’sında feodaller arasındaki herhangi bir çatışma olarak kalacak, muhtemelen bir kaydı bile olmayacaktı.
Her hâlükârda, Ertuğrul döneminde ve Osman’ın beyliğinin ilk yıllarında, başında bulundukları grubun uç bölgesinde hatta Bithynia içinde olmasına rağmen yerli Rumlar ve onların yöneticileriyle savaş veya çatışma değil, Cemal Kafadar’ın haklı olarak nitelediği üzere, “birlikte yaşama” (coexistence) hâlinde olduğunu ve bu dönemin onyıllarca sürdüğünü söyleyebiliriz. Âşıkpaşazâde ve Neşrî’ ise “müdârâ” olarak nitelendirdiklerine göre bu “birlikte yaşama” tecrübesini, hiç değilse kendi bulundukları zamandan bakarak bir mecburiyetin neticesi olarak görüyorlardı.
Yahşi Fakih’e kadar geri giden ve Osmanlı beylik sarayı çevrelerinden kaynaklandığını varsayabileceğimiz en erken Osmanlı kronik geleneğine yaslanan Âşıkpaşazâde’de Osman Bey ve komşusu Rum tekfurları arasındaki ilişkiler hakkında değerli ipuçları vardır. Neşrî ise, Âşıkpaşazâde’yi kullanmakla beraber bu ilişkilerin niteliği hakkında çok daha açık bir dil kullanarak Bilecik tekfuru ve Osman Bey arasında, bugün ancak feodal bağımlılık olarak görebileceğimiz bir ilişki tarif etmiştir. Öte yandan, bu ilişkinin Osman tarafından parçalanmasını siyasî terimlerle anlatan da yine Neşrî’dir. O üstelik bunu, Âşıkpaşazâde’de hiç bulunmayan Osman’ın amcası Dündar karakterini hikâyeye dâhil ederek yapmıştır.
Kısacası, Neşrî, aynı olayları anlatıyor gibi görünse de farklı bir kurguya sahiptir. Âşıkpaşazâde’nin ve diğerlerinin cümlelerini ve paragraflarını blok olarak alıp üstelik kaynağını da zikretmediği için bugünkü bakışımızla kolayca “intihal” denebilecek bir şekilde aktaran Neşrî, verilerini yorumlamada ise çok yüksek bir orijinallik seviyesi tutturuyor ve yaptığı sentezle önümüzde ufuklar açıyor. Dolayısıyla, Neşrî’ye günümüzün bazı mekanik intihalcilerine baktığımız gibi bakmak büyük haksızlık ve hata olur. “Dündar hariç aynı bahisler Âşıkpaşazâde’de var” diyerek onu bir kenara koyamayız. Osman’ın müdârâ siyasetini bitirmesini siyasî- askerî bir çıkış olarak anlatan, Osman’ı Bithynia’da Bizans tekfurları üzerine huruç etmiş olarak gösteren ve “Türk’ün sahib-i hurucu” olarak niteleyen hep Neşrî’dir.
Şimdi Âşıkpaşazâde ve Neşrî’nin, 1302’deki Bapheon Savaşı’ndan dolayı Bizans vakanüvislerinin ve hâliyle ondan bir süre önce de Bizans merkezî devletinin ilgi alanına girmeden önceki yaklaşık 20 yıllık dönemde Osman Bey’in macerasını nasıl anlattıklarına yakından bakalım.
Âşıkpaşazâde, Osman Bey’in babasının ölümünden sonra gaza faaliyetlerine başlamasını çok doğal, adeta olması gereken bir şey olarak anlatıyor. Üstelik yakın Rum komşularıyla “gayet müdârâ”, Germiyanoğlu ile “ ‘âdavet” etmeye devam ettiğini söylediği için ondan, Osman’ın, babasının siyasetini büyük ölçüde devam ettirdiğini öğreniyoruz. Yalnız, Osman, bir yandan da “ırak yerlerden av avlamaya” başlamış, böylece yanına hayli adamlar toplanmış. Eğer, bir politika değişikliği fikri kafasında varsa bile Âşıkpaşazâde’nin bunu çok vurgusuz bir şekilde ifade ettiği görülüyor.
Yukarıda değindiğim İnegöl tekfuruyla olan çatışmayı anlattığı kısmın başlığı “Bu bâb anı beyan eder kim Osman Gazi etrafa gecede, gündüzde gâh gâh yürimeye başladı” şeklinde olabildiğince bitaraf veya renksiz bir şekilde ifade edilmiştir. Osman’ın huruç ettiği yolunda esaslı bir tezi olan Neşrî’de ise aynı pasaja “Hurûc-ı Osman Gazi” başlığının konması tabii ki bir göstergedir.
Âşıkpaşazâde’nin nereye yakın, nereye uzak dediği de bu kısımdan net bir şekilde görülüyor ve haritaya kısa bir bakışla bile anlam kazanıyor. Söğüt yöresindeki Osman Bey, kendisine çok daha yakın olan Kuzeybatısındaki Bilecik’i teğet geçerek, daha güneyde ve çok daha uzak olan İnegöl üzerine yürümüş. Bunun nedeni, haritadan tam olarak anlayamıyorum ama İnegöl’ün (Angelokoma) “Aya Nikola” adındaki tekfurunun yaylağa ve kışlağa giderken Osman’ı ve halkını taciz etmesiymiş. Ertuğrul’un kışlağının Söğüt, yaylaklarının ise Domaniç ve Ermeni Dağı olduğunu düşündüğümüzde bu yaylağın daha kuzeyde olan Ermeni Dağı’nda olması daha muhtemel görünüyor. Tabii, İnegöl tekfurunun adının başında neden “aziz” anlamındaki “aya” (Hagia) sözü bulunuyor, orası da merakımı mucip oluyor ama geçiyorum.
Uzunca olacak ama Bithynia’da ilk Osmanlılar ve Doğu Romalı komşuları arasındaki ilişkilerin tonu ve karmaşıklığıyla ilgili otantik geleneği yansıtması açısından Âşıkpaşazâde’ye kulak verelim:
“Aya Nikola derler idi, bir kâfir var idi İnegöl’de. Osman Gazi yaylaya ve kışlaya gitdükleri vaktın bunlarun göçün üşendürür idi. Osman Gazi Bilecük tekvürine bundan şikâyet etdi. Bilecük tekvürine eyitdi: ‘Sizden dilegümüz budur kim bizüm göçkünümüzi yaylaya gitdügümüzde sizde emânet koyalum’. Ol dahı kabul etdi. Her vaktın Osman Gazi kim yaylaya gitse kamu esbablarını öküzlere yükledürler idi. Bir nice hatun kişiyile göndürürler idi. Kalada korlar idi. Kaçan kim yayladan gelseler peynir ve halı ve kilim ve kuzılar armağan iledürler idi. Emânetlerin gene alurlar idi, gidürler idi. Bu kâfirler bunlara gayet itimâd edüb dururlar idi. Ve illâ İnegöl kâfiri Osman’dan ihtirâz ederler idi. Bunlar dahı anlardan ihtirâz ederler idi.”
Bilecik iyice kuzeyde ve Osmanlıların yayla yolları üzerinde olmadığı için herhâlde bu eşyaları emanet bırakma işi epey zahmetli oluyordu. Neşrî’de de bu pasaj asıl unsurlarıyla hemen hemen aynıdır. Sadece, Osman kendisine eşyalarını emanet bırakmayı önerdiğinde tekfur bir şart koşarak kabul etmiş, “Ammâ şol şartla ki esbâbı hatun kişiler getürüb kal‘aya koyalar; hergiz erkek etrâkden ahad gelmeye.” Eh, bu da aslında Âşıkpaşazâde’de söylendiğine göre belki sadece Neşrî’nin bir açıklamasıdır.
Kaynaklarımızda adı verilmemesine karşın Bilecik (Belokoma) tekfurunun diğer Rum tekfurlarının en büyüğü, en önemlisi olduğu söyleniyor. Dolayısıyla Osman’ın İnegöl tekfurunu ona şikâyet etmesi de normal. Ama İnegöl tekfuruna karşı Osman’a lojistik pasif destek vermekten başka bir şey yapmıyor. Sonuçta, İnegöl’le karşılıklı çekinme ve düşmanlık var. Bilecik’le dostluk var, karşılıklı alışveriş var. Ertuğrul ve Osman’ın müdârâ ettiği tekfur da oydu. Neşrî, Karamanlılar için dediğinin aksine, Osmanlıların bu müdârâ gereğince vergi verdiğini söylemiyor, Âşıkpaşazâde’yi izleyerek “armağan” diyor. Fakat bu tür alışverişlerde, tarafların algılarının nasıl olduğunu da bilmek gerekir. Mesela, modern dönemlerin başlangıçlarına kadar, Çin imparatorları, ticaret amacıyla ülkelerine getirilen eşyayı “haraç” olarak görür, ancak o şartla yabancılarla ticaret yapılmasına izin verirlermiş. Bilmiyoruz ki Bilecik tekfuru kendisine iletilen armağanlara hangi gözle bakardı, meselâ vergi olarak mı görürdü? Devam edeceğiz…