Karamanoğlu’na yapılan gazalar
Başka Müslümanlarla savaştıkları için gazi oldukları sorgulanan Osmanlılar, tam aksine bu savaşlarını da gaza olarak görüyor ve meşrulaştırıyorlardı.
Tuhaf bir durumla karşı karşıyayız, daha çok Türkiye dışındaki Osmanlı tarihçileri arasında yaygın bir görüş var: Osmanlılar, en başından beri komşuları olan Müslüman ve Türk beylikleri- devletleri ile rekabet ettikleri ve yer yer çatıştıkları için gazi olamazlardı. Bu tabii ki gazayı din uğruna savaş için savaş olarak tanımladığınızda ortaya çıkan bir anomali ve Müslümanların Müslümanlarla savaşmasını anlamlandıramamaktan kaynaklanıyor.
Bunun, bütünüyle bugünün tarihçilerinin bir inşası olmadığını da söylemek gerek. Hadi dini yaymak için kutsal savaş gibi daha iddialı ve dar bir tanımı geçelim, Gaza, Osmanlıda kazandığı daha yaygın anlamla, saldırıda ve savunmada Müslümanları ve dolayısıyla onların topraklarını ve dinlerini korumak için savaş ise, Müslümanların birbirleriyle olan savaşları, başta savaşanların kendileri olmak üzere çağdaşlar arasında da sıkıntı yaratmıyor muydu?
Belki biraz abartılı olacak ama ideal bir gaza anlayışını gazilerin kendilerinden daha çok benimsemiş görünen bazı modern tarihçilerin sergilediği bir duruş var. Bu “teorik” duruş öyle bir noktaya gidiyor ki, en erken tarihli olanlar dâhil, bizlere ulaşan belgelerinde kendilerini düzenli bir şekilde gazi olarak tanımlayan Osmanlıların bu beyanları bile inandırıcı bulunmuyor. “Müslümanlarla da savaştıklarına göre aslında gazi değildiler” diye özetleyebileceğimiz bir yargıya kolaylıkla ulaşılabiliyor.
Tamam, çok katı “zahirî” bir tutum benimsemeyelim ve bir kişi veya grubun kendini nasıl adlandırdığıyla yetinmeyelim, Osmanlıların “gazi” iddialarını sorgulayarak sathın arkasına geçelim hatta çeşitli kanıtlar sunarak gazi olmadıklarını inkâra mecal bırakmayacak surette gösterelim, geriye hâlâ cevaplanması gereken bazı sorular kalmıyor mu? Orası bence es geçilmeyecek bir gereklilik de, kimlik tartışmaları açısından bir grubun kendini nasıl gördüğünün dikkate alınması noktasında bile değilim, daha basit bir şeyden bahsediyorum: Başka yerler ve zamanlarda daha katışıksız örnekleri olması gerektiği varsayılan bu gazayı niye sahiplenmişti Osmanlılar?
Kendilerine ne gibi bir faydası vardı ki Orhan Bey’den, hatta büyük ihtimalle geleneğin dediği gibi Osman Bey’den, imparatorluğun sonuna veya daha sonrasına kadar gazilik Osmanlı toplumunda hep çok önemli oldu? Bir işe yarıyordu ki uçlardaki en yalın savaşçısından en tepedeki hükümdarına kadar Osmanlılar gazi unvanını benimsiyordu. Bir kısım tarihçi kendilerine gazi diyen insanların aslında gazi olmadıklarını kanıtlamaya çalışırken, gazilik iddiasının sosyal ve siyasî önemi gölgede kalıyor. Çok daha önemlisi, gaza ideolojisinin sert ve esnemez bir dogmalar bütünü olması bir yana dursun, en güç dinî, sosyal ve tabii ki siyasî sorunları çözmeye elverişli bir esneklikte olduğu göz ardı ediliyor. Diyorum ki bu konuya biraz daha yakından bakalım.
Balkanlar’da olduğu kadar Anadolu’da da yayılmacı bir siyaset izleyen I. Murad’ın Anadolu’daki en güçlü rakibi Karamanoğlu Alâeddin Bey’di. Murad’ın yayılmacı siyasetinin tek aracı savaş değildi. Aynı zamanda feodal diyebileceğimiz türde ittifaklar yapıyor, hatta savaşarak yendiği Hıristiyan ve Müslüman rakiplerini de vasal olarak kendisine bağlıyordu. 1385’teki Sırp seferinden dönüşünde, daha önce Kızı Nefise Melek Hatun’u vererek kendisiyle dostane ilişkiler kurduğu Alâeddin Bey’in, Hamidoğlu’ndan Osmanlıya geçen Göller bölgesine saldırdığını öğrendi. Karamanoğlu üzerine sefere çıkmaya karar verdi ve 1386 baharında harekete geçti. Sırp kralı Lazar ise artık Murad’ın düşmanı değil, vasaliydi. Karaman seferinde Osmanlıya yardımcı olması için asker gönderdi. (Bkz. Halil İnalcık, “Murad I”, DİA)
Osmanlı tarihçisi Neşri’de, I. Murad’ın bu sefer kararını verirken, karşı tarafın Müslüman olmasından dolayı geçirdiği tereddütler ve Müslümanlara karşı savaşı nasıl meşrulaştırdığı çok canlı bir dille anlatılmıştır. Eserini bu olaylardan iki asır sonra kaleme alan Neşri’nin, dönemin bir tanığı olmadığı açıktır ama aslında anlattıkları, İnalcık’ın, Ahmedî olduğunu düşündüğü çağdaş bir kaynaktan alıntıdır. Neşri’nin kaynağını nasıl kullandığı, neleri ekleyip çıkardığı muhakkak ki çok önemli bir noktadır ama Âşıkpaşazâde’yi nasıl kullandığını yakından bildiğimiz için büyük oranda kelimesi kelimesine aldığı metindeki beğenmediği bazı yerleri tamamıyla çıkardığını varsayabiliriz. Bununla beraber, Neşri’de, Osmanlı- Karaman çatışmasının anlatıldığı bölümlerin ana gövdesinin o dönemi yaşayan çağdaş veya yakın çağdaş bir yazara ait olduğunu düşünebiliriz.
Sultan Murad, Sırp kralını haraca itaat ettirip, barış yaptıktan sonra Edirne’ye geldiğinde Alâeddin Bey’in “bağî” (asi) olduğu ve “il urduğu” haberleri gelir. Murad çok üzülür. “A‘yân-ı devleti ve erkân-ı saltanatı” toplayarak şöyle der:
“Şol ahmak zâlımün itdüği işleri görün; ben Allâhü Teâlâ yolunda din gayretine çalışub, iklimümi koyub, bir aylık yol kâfir içine girüb, gice ve gündüz ömrümi gazâya sarf itmeğe niyyet kılub, ‘ıyş u ‘ışreti terk idüb, belâ vü mihnet ihtiyar idem; dahi ol gele bir bölük mazlum Müslimanlarun üzerine düşe, gâret ide incide! Ey gaziler! Bu zâlimleri nice ideyin, beni gazâdan men‘ idüp, Müslimanlar üzerine kılıç salmağa irtikâb itdürür. Ve eğer feragat idüp cihâd ve gazâya meşgul olursam Müslimanlar zâlim elinde giriftâr olurlar. Ve eğer üzerine varırsam, gazâ kılan gazîlerin kılıcın mü’minler üzerine döndürmek lâzım gelür.”
Kaynağımız I. Murad’ın ağzına bu sözleri koyduktan sonra, “hayli tereddüt çekdi” diyor. Gazi Hünkâr’ın burada tipik bir gazi gibi konuştuğu görülüyor. Hitap ettiklerine de gazi diyor. Karşısındaki hasmın da Müslüman olduğunu kabul etmekte, onlarla savaşmayı ancak irtikâp edilecek kötü bir iş olarak görmektedir. Gaza kılan gazilerin kılıçlarının Müslümanlara çevrilecek olması ciddî bir kaygı konusudur. Sırpları bağımlı müttefikler hâline getiren savaş konusundaysa böyle tereddütleri yoktur, o, doğrudan cihat ve gazadır. Çandarlı Hayreddin Paşa’yı “guzzâta reis” yapıp Rumeli’nde bırakarak Anadolu’ya sefere çıkmaya karar verir.
Tesadüf bu ya, Bursa’dayken Mısır sultanından bir elçi gelir. Gelmiştir. Sorun o değil ama elçinin, Mısır sultanının mesajı diye ilettiği sözler inanılırlığı zorluyor. Mısır sultanı güya, “Sultanü’l- guzzât ve’l-mücahidin Hünkâr hazretinin duacısıyam. Beni oğullığa kabul idine” demiş ve Murad’ın oğlu Bayezid ile kendisi arasında ayrım yapmamasını istemiş! O sıradaki en güçlü İslâm hükümdarının (Seyfeddin Berkuk) “gazilerin sultanına” olan bu saygısı yazana bile pek ikna edici gelmemiş olmalı ki bu sözleri “tenezzülat” olarak sunuyor. Ayrıca, Murad’ın oğlu olarak Bayezid’in adının verilmesi de düşündürücü, metnin onun padişahlığından sonraki bir zamanda yazılmış olabileceğine işaret ediyor. Neyse, konu bu değil, önemli olan metnin akışı içinde I. Murad’ın gaziliğinin tescil edilmesi. Mısır sultanı, elinde olsa Murad’la birlikte gazaya katılacağını da söylemiş.
Seferden hemen önce Karamanoğlu’ndan da elçi gelmiş ve askerinin yeterli olduğunu, barış isteniyorsa barış, savaş isteniyorsa savaş olacağı mesajını iletmiş. I. Murad’ın cevabında Müslümanlara karşı savaşı meşrulaştıran ve gaza kalıbına döken o meşhur formül var. Yine kendisinin gece gündüz gazaya meşgul biri, Karamanoğlu’nun ise zalim olduğunu söyledikten sonra, “Benüm gazâma mani‘ olub, Müslimanları ben gazâda iken incidürsün. Ahd ü aman bilür âdem değilsin. Seni kam’ (ezmek) etmeyince, ben huzur ile gazâ idemezin. Nice barışmak ki mâni‘-i gazâya gazâ, gazây-ı ekberdür” diyor. Artık iyice anlıyoruz ki burada bir kalıp var, adeta istifta ederken yani fetva isterken soruyu, cevabı istenildiği gibi almak amacıyla sormaya benziyor. Osmanlı sultanı gaza yaparken ona saldıran bir güç Müslüman bile olsa onunla savaşa izin veriyor ve hatta onunla savaşmanın öncelikli olduğunu söylüyor. En büyük gaza, gazaya engel olanla yapılan gazaymış.
Murad Kütahya’ya vardığında Karamanoğlu’ndan bir elçi daha gelir ve alttan alarak barış ister. Sultan, artık asker topladığını geri dönemeyeceğini söyler. Karamanoğlu’nun defalarca ahdini bozduğunu hatırlatır, “Ben gazaya meşgulken il urub, Müslimanları incitmişdi. Ben anun gibi varub, ilden at ve eşek sürmezin. Gelsin uğraşalum. Hiç arada yoksul incinmesin!” der. Elçinin savaşa hazır olduklarını söylemesi üzerine de öfkeye kapılır:
“Bre hey çipil köftehor, herze vü hezeyan söyleme; var, ol hâin Karaman-oğlına di, var kuvvetin bazusuna getürüb, her ne sözi ve ne hüneri varise idib, er olsun, erlük göstersin. İşi bir yana idelüm (…) Bana her yıl gazâya man‘i olmayı kasd ider. Mâni‘-i gazâya gazâ, gazây-ı ekberdür. Bu yıl kâfirle gazâdan kalduk. Bari anun şerrini def‘ idelüm.”
İlginç olanı şu ki, kendisini gazadan alıkoyduğu gerekçesiyle Karamanoğlu’nun üzerine yürüyen I. Murad, o sırada Sırplılarla barış hâlindeydi ve dahası ordusunda, “haraç-güzâr kâfirler”in yani Hıristiyan vasallarının gönderdiği birlikler vardı. Kaynağımız Frenk Yazısı denen ovada iki ordunun karşılaştığını söylüyor. Murad, “haraç-güzâr Sarac ile Köstendil’i meymene ucı” yapmış yani Hıristiyan askerlerini sağ kanadın öncüsü olarak konuşlandırmış. Karamanlı ordusundaki Moğol (Tatar), Türkmen, Varsak, Turgud ve Bayburd askerlerinin de hangi komutanın kumandası altında ordunun hangi kısmında durduğu bilgisi var.
Ayrıntıları verilen sert bir çatışmadan sonra Karamanoğlu kaçmış. Ordusu yağma edilmiş. Karamanlı askerleri de soyup, çıplak hâle getirdikten sonra serbest bırakmışlar. Burada, Müslümanların esir edilebilmesi ve köle yapılabilmeleri için önce Müslüman olmadıklarının tescil edilmesi gerektiğini, bu seferde öyle bir şey yapılmadığı için I. Murad’ın ancak ya idam etmek ya da serbest bırakmak seçenekleri olduğunu not edeyim. Osmanlı sultanının, gönülsüz ve mecburen giriştiğini söylediği bu savaşta idam seçeneğine başvurmasının bu tezlerini zayıflatacağı aşikârdır. Savaştan sonra Konya’yı kuşattığında askerlerine, kimsenin bir habbesine dokunmamalarını emretmiş. “Laz leşkerinden birkaç kâfirler” Müslümanlara zarar verince idam edilmelerini de aynı hassasiyete bağlayabiliriz. Ama o da başlı başına bir konu, şimdilik girmeyelim. Sadece, hikâyenin sonunun mutlu bittiğini söyleyeyim. Karamanoğlu, I. Murad’ın kızı olan eşini babasına göndererek af diliyor ve barış yapıyorlar.
Müslümanlara karşı gaza konusu sadece Neşri’de yok. Ondan belki yarım asır önce yazılan Gazavât-ı Sultan Murad b. Mehemmed Han’da da karşımıza çıkıyor. Düşman yine Karamanoğludur da bu Murad, II. Murad’tır. Murad, Karamanoğlu’nun Bizans imparatorunun iğvasıyla Osmanlı karşıtı cephede yer aldığını öğrenir. Sonrasını ondan dinleyelim:
“Yarındası ‘al’es-sabâh Padişâh ‘ulemâyı katına da‘vet edüb ve bu ahvâli anlara söyleyüb dedi kim, efendiler ne buyurursunuz, bir adam kâfir ile arka bir edüb ümmet-i Muhammed’i rencide ve pâymâl eylese, şer‘an ne lazım gelür dedükde, ‘ulemâ cevâb verüb eyittiler ki kim, ‘çünki eyle olıcak ol kâfirdir…”
Burada artık bir dört başı mamur bir fetva alma süreci anlatılıyor. Karamanoğlu tekfir ediliyor. Niyetim o hikâyeyi de anlatmak değil. Kaynağımızın, “Bir gün Padişâh niyyetü’l-gazâ deyüb Karamanoğlu’nun kasdine sefer edüb yürüdü” dediğini ve Karamanoğlu’na karşı yapılan savaşın da gaza olarak (hem de bir gazavat-nâmede) görüldüğünü not etmekle yetineyim.
Şimdi bir lahza duralım, Osmanlıların, Müslüman komşularıyla savaşı en büyük gaza olarak göstermekle kalmadıkları, o Müslüman komşularına karşı Hıristiyan askerler kullandıkları da görülüyor. İsterseniz şöyle de diyebiliriz; diğer Müslümanlarla savaştıkları için gazilikleri sorgulanan Osmanlılar, tam aksine bu savaşlarını gaza ideolojisiyle açıklayabilmişlerdi. Hatta insanın aklına, Osmanlıların diğer Müslümanlarla savaşı meşrulaştırmak için mi gaza fikrine dört elle sarıldıkları bile geliyor.