Karaman’da perde inerken
Eserinin sonlarında bir güçsüzlük ve zeval hikâyesi anlatan Şikârî’ye göre Karamanoğulları, I. Selim’in Mısır Seferi’ne kadar direnişe devam etmişlerdi.
ikârî’ye göre, Karamanoğlu İbrahim Bey’in ölüm döşeğindeyken oğullarına Osmanlı ile “müdara” etmeyi vasiyet ettiğinden bahsettim. Demek ki yıl 1464’tür. Müdaranın da gerçek bir dostluk anlamına gelmediğini daha önce, çeşitli vesilelerle, özellikle de erken Osmanlı beylerinin Doğu Roma’nın Bithynia’daki yerel yöneticilerine karşı olan konumlarını tartışırken gördük… İbrahim Bey’in bir de Osmanlı padişahı II. Mehmed’e vasiyeti varmış. Ona bir mektup yazarak, “Lûtf edüb benim oğullarıma ri’âyet edüb hasm yerine komayasız” demiş. Şikârî, Sultan Mehmed’in bir süreliğine dahi olsa bu vasiyete saygı gösterdiğini de ekliyor.
Aslında, Karaman beyliğinin, 1444’te İbrahim Bey ve II. Murad arasında yapılan antlaşmadan sonra Osmanlı hâkimiyetini tanıdığını düşünürsek, İbrahim Bey’in, oğullarına vasiyet ettiği müdaradan daha fazlasını, sağlığında kendisinin yaptığını söylemeliyiz. Böylece, İbrahim Bey’in ölümüne kadar olan yirmi yıllık sürede, Osmanlı ve Karaman arasında büyük bir sorun yaşanmamış ve beylerinin izlediği siyaset Karaman halkına biraz nefes aldırmıştır. Metnimizin, İbrahim Bey zamanında Osmanoğlu ile olan ilişkiyi “muhkem muhabbet” olarak tanımlaması bundan ötürüdür.
Hâliyle, bu “muhkem muhabbet” ilişkisi eşitler arasında bir ilişki değildi. Karaman’ın Osmanlı kaynaklarından yansıyan görüntüsünün hiçbir zaman parlak olmadığını söylemeye gerek bile yok fakat bu görüntü giderek artan şekilde bir güçsüzlük ve yoksulluk görüntüsü hâlini alıyor ve Karaman, Osmanlı tarafında olduğunda bile (veya belki de o nedenden dolayı) Osmanlı tarihçilerinin küçümsemelerine hedef oluyordu. Şimdi konu bu değil ve fazla dağılmayalım ama kaynağı Âşıkpaşazâde’nin ifadelerinin en alaycı olanlarını ayıklayarak veren Neşrî’den bir alıntıyla yetinelim.
1448’de, Karamanoğlu İbrahim Bey, 2. Kosova Savaşı öncesinde II. Murad’a yardımcı bir birlik göndermiştir. II. Murad, Sofya’dan savaş alanına doğru giderken yolda, ordusundaki zırhlı ve zırhsız askerlerin oranını görmek ister ve görür. Karaman birliğinin beyine de, “Sen dahi askerüni cem‘ it, cebelüsin görelüm” denir. Kalanı şöyle:
“Leşkerini cem‘ itdi. Cümle kaltak eyerlü, yırtmaç kürklü, örmeç kuşaklu, kabalak dülbendlü, üzengüsi kayışı ve kılıcı bağı ipden. Turgutlu’nun ne kadar at uğrusı [hırsızı] varise göndermiş. Sultan Murad bunları görüp, gülüp eyitdi: ‘Leşkeri de ana tek [benzer] dilin tutup nifâk itmese, epsem [sessiz] yirinde otursa’… ”
Âşıkpaşazâde de, Sultan Murad’ın, Karamanoğlu için şunları söylediğini aktarıyor: “Andan benüm hiç nesneye umum [beklentim] yokdur. Ve yardım istemezin. Velî şunu isterin andan kim münafıklık edüp şeytanlık etmesün. Kendü halında otursun.”
Fakat anlaşılan o ki, sonuna kadar bozkır dünyasının devlet ve veraset geleneklerini değiştirmeyen ve hükümdar ailesinin ortak mülkü olarak gördükleri beyliği sürekli olarak hanedan üyeleri arasında paylaştıran Karaman’da iç çatışmalar hiç eksik olmuyor, bunlara başka güçlerin müdahil olmasından dolayı kendi hâlinde oturmak da pek mümkün olmuyordu. Fatih Sultan Mehmed’in Karaman beyliğini tamamıyla ortadan kaldırmaya karar vermesi ise İbrahim Bey’in ölümünden sonra onun büyük oğlu İshak ile kardeşi Pir Ahmed arasında patlak veren saltanat mücadelesinden sonradır.
Bu mücadele aslında İbrahim Bey daha hayattayken başlamıştı. Şöyle ki, İshak’ın babaları tarafından veliaht yapılmasını kabul etmeyen Pir Ahmed, Konya’da hükümdarlığını ilan etmişti. İbrahim Bey’in ölümünden sonra, önce bir uzlaşma oldu; İshak, İçil bölgesine; Pir Ahmed de Konya’ya hâkim olduysa da kısa bir süre sonra ikisi arasında çatışma başladı. Akkoyunlular tarafından desteklenen İshak’ın önünden kaçarak Osmanlılara sığınan Pir Ahmed, onlardan aldığı yardımla bütün beyliğe hâkim oldu fakat çok geçmeden Osmanlılarla ters düştü. Birine bizzat II. Mehmed’in de katıldığı çok sayıdaki seferden sonra Osmanlılar 1474’te Karamanoğlu topraklarını işgal etti. İbrahim Bey’in oğullarından olan ve Cem Sultan’ı destekleyen Kasım Bey, 1483’teki ölümüne kadar Osmanlıların bağımlısı olarak Silifke’de hüküm sürdü. Bu tarihten sonra bazı isyan ve beyliği canlandırma girişimleri olduysa da bunlar sonuçsuz kalmıştır.
Şikârî’ye dönersek, o, İbrahim Bey’in ölmeden önce ülkesini, oğulları ve diğer erkek akrabaları arasında nasıl paylaştırdığını ayrıntılı olarak yazıyor. “Sahib-i rey” olduğu için saltanat mührünü “büyük” oğlu Kasım Bey’e teslim etmiş ama diğerlerinin her birine bir şehir ve bu minvalde amcası Mir Musa’ya da Kayseri’yi vermiş. Ona göre, İbrahim Bey, İstanbul’un fethedildiği yılda ölmüş. Ölüm şekli için de iki rivayet aktarıyor. Bunlardan ilkine göre, II. Mehmed, İbrahim’i, onun İstanbul’un fethini tebrik etmek için gönderdiği Ahmed Paşa adlı vezirine zehirletmiş. Sonra da kaçıp İstanbul’a gelen bu Karamanlı veziri idam ettirmiş. Diğer rivayete göreyse İbrahim Bey eceliyle ölmüş ve Osmanlının zehir verdiği o değil, oğlu Kasım Bey imiş.
Şikârî’de, Osmanlıların Karaman’ı işgali süreci son derece karışık ve tarihî bilgilerle uyuşmaz bir şekilde anlatıldığı için burada hepsini özetlemek ve anlamlandırmaya çalışmak türü bir girişime gerek görmüyorum. Yine yıllarca süren ve her birinde binlerce insanın öldüğü destanî savaşlar olur… Yalnız, artık yazarımız Karamanlıların uğradığı yenilgilerden de açıkça bahsetmektedir. Bunlardan birinde savaşan taraflar doğrudan Kasım Bey ve II. Mehmed’dir.
Gedik Ahmed Paşa’nın dört yıl savaştıktan sonra beşinci yıl aldığı Lârende şehrine muhafız olarak konulan 4.000 kulun ve “Mesih Paşa”nın kışın “tuğyan” eden şehir halkı tarafından taşlanarak öldürülmesi üzerine çok kızan II. Mehmed, bahar olunca gelir ve Karaman ordusuyla Karadağ eteklerinde “dünya dünya olalı” görülmemiş bir savaşa tutuşur. Kaynağımız, “Âhir Karamanoğlu sınub cümle beğleri ile Bulgar’a çıkdı. Gayrı il vermedi” diyor. Sonrası ise çok ilginç ve Osmanlıların, Karaman’da yaptıkları sürgünleri ve sonuçlarını anlatıyor. İlginçlik tabii ki, Osmanlı kaynaklarında da derin izler bırakan ve başta Âşıkpaşazâde olmak üzere onların bazılarında da büyük bir zulüm olarak görülen bu önemli sosyal olayların Karamanlı açısından anlatılmasından kaynaklanıyor. Dolayısıyla biraz daha yakından bakmaya değer.
Buna göre, II. Mehmed, Lârende’yi aldıktan sonra Karamanoğlu’nun saraylarını yıkarak yerlerine büyük bir hisar yaptırmış. Sonra da şehri yakıp halkını öldürmek istemiş. Hisar yaptırdığı şehri neden yakmak istediği veya yakmak istediği şehre niye hisar yaptırdığı noktasını hızla geçip devamını metinden izleyelim:
“Ulema icazet vermeyüb İstanbul’u yeni almış idi. Murad eyledi ki cümle halkı İstanbul’a süre. Defter ile şehrin içinden otuz bir bin Müselman evi, yedi bin kâfir sürgün eyledi. Andan geçüb Aksaray’ı sürüb İstanbul’a getürüb üç yüz tefsir mütalaa eder şeyh, vaiz, müfti, âlim ve âbid sürüb İstanbul’da sakin olmayub üç yıldan sonra kaçub gene geldiler.”
Lârende’den sürgün edilenlerin muazzam daha doğrusu imkânsız sayısına, aynı seferde Aksaray’ın da sürgün edilmesine ve sürgünlerin bizzat II. Mehmed’in seferinde onun tarafından yapıldığı noktalarına takılmayalım, Osmanlı kroniklerinden ve arşiv kaynaklarından oldukça iyi bildiğimiz Karaman sürgünlerinin bu kez sürgün edilenler açısından hikâyesiyle karşı karşıyayız. Sürgünle İstanbul’a yerleştirilenlerin epeycesinin kentten kaçtığını Osmanlı kaynakları, üstelik sadece kronikler değil arşiv kayıtları da doğruluyor.
Sonrasında II. Mehmed’in gazabı var. Cezalandırmalarda bulundurması için Gedik Ahmed Paşa’yı gönderir. O da gelir ve Lârende’yi yakıp yıkar. Şikârî, Lârende’nin tahrip edilmesi için sürgünlerin İstanbul’dan kaçarak memleketlerine dönmelerinden başka bir gerekçe sunmuyor, dolayısıyla, amaç, geri dönülecek bir kent mi bırakmamaktı, ancak tahminde bulunabiliriz. Yapılan tahribatı yine metinden izleyelim:
“Yüz on yedi mahalle, dört câmi’-i selâtin, üç yüz yedi vakit mescidi, yirmi dokuz hamam, dört medrese, otuz üç tekke, yedi hankâh cümle harab edüp ateşe urup İstanbul’a gönderdi. Koyun kuzu sürer gibi oğlun ve uşağın önüne bırakub, şeyh, ulema ve fukara feryad ederken yirmi otuz bin adem Karadağ dibine cem‘ edüb kendüsi gözlerine karşu ol zibâ sarayları, köşkleri, Câmi’-i Sultan ve Câmi’-i Nizâmşâhî, Câmi’-i Kâşiye, Câmi’-i Hasan Basri, Câmi’-i Karaman cümle şehri yere beraber edüb andan sonra dönüb on yedi bin er ile bu denlü fukaraları yayak, oğlu ile uşağı ile döğe döğe sürmeye başladı.”
Şikârî, bugünkü Karaman olan Lârende’yi ne kadar yakından bildiğini göstermek amacıyla ve inanılırlık duygusu uyandırmak için tam ve kesin sayılar veriyor. İstatistiki bilgi ve mertebe hissinin çok zayıf olduğu modern öncesi bir çağda duyanlar işitenler nasıl karşılardı bilmem fakat şehrin büyüklüğünü gösteren veya ima eden bu rakamlar bugün tam aksi bir etki yapıyor! Ayrıca, bölgenin Selçuklulardan önceki hükümdarı olan (!) Nizamşâh’tan kalma bir cami gayet şüpheli duruyor ve tabii ki Karaman’da bugün bile çok sayıda mevcut olan Karamanlı dönemi yapılarını da dikkate almak gerekiyor… Fakat Şikârî’nin amacı da bizleri ikna etmek değil, kendi çağdaşı olan insanları etkileyerek bir duygusallık yaratmaktı.
Karaman beylerinden Kökezoğlu bu yapılan zulmü görünce ağlaya ağlaya Bulgar Dağı’na çıkar. Olup biteni anlatır. Şikârî, “Karamanoğlu, beğleri ile şöyle ağlaşdılar ki cihan feryad ile doldu” diyor. Sonra da Kökezoğlu “Şimden gerü bizim diriliğimizden ölmemiz yeğdür” diyerek aldığı takviye kuvvetlerle Gedik Ahmed Paşa’ya saldırıp onu kaçırtır ve sürgüne götürülmekte olan halkı kurtarır. Şikârî, Lârende’nin nasıl göründüğünü bir de Karamanoğlu Kasım Bey’in gözlerinden anlatıyor:
“Kasım Beğ yedi bin er cem‘ edüb Lârende’ye geldi, ne gördü! Kanı ol ma’mur şehir? Kanı ol zibâ saraylar? Taraf taraf çarşular ve pazarlar? Kanı Şah Alâüddin’in ve Mehemmed Han’ın ve Mahmud’un zibâ köşkleri? Kanı selâtin camiler? Cümle harâb ü yebâb olmuş! Şehir kavmi beğlerin görüb koyun kuzuya karışur gibi erişüb görüşüb feryâd figân âsmâna çıkdı. Bir zaman ağlaşdılar.”
Sonra da “Takdir Hudâ’nındır, faidesi yokdur ağladuğumuzun” derler, bütün şehir halkını alır ve Bulgar Dağı’na çıkarlar. Lârende on bir yıl harabe olarak kalır.
Her anlamıyla çok katmanlı olan bu metindeki en iyi Osmanlı ise Cem Sultan’dır. Fatih, Karaman’ı ona verince önce üç yıl Konya’da oturmuş. Sonra Lârende’ye geçmiş. Şikârî, “Gelüb Lârende harabın gördü. Halkının perişanlığın görüp olan zulme vakıf oldu. Bî-ihtiyâr ağladı. Zira ehl-i insaf padişah idi” diyor. Cem, orada zulmü ortadan kaldırarak adalete başlamış. Şehirde imar faaliyetlerinde bulunmuş. Ondan hoşnut olan Karaman halkı da yavaş yavaş geri dönerek mülklerini mamur etmişler… Evet, Cem Sultan bahsinde de pek çok doğru olmayan bilgi vardır. Cem’in Karaman’da doğduğunu söylüyor (aslında Edirne’de), bir gün “saltanat davasına düşüb Kefe’ye” geçtiğini anlatıyor (herhâlde I. Selim ile karıştırıyor) ama hiç değilse Karamanoğlu Kasım Bey ile olan dostluğunu doğruca aktarıyor. Orası da uzun kıssadır, şimdi girmeyelim.
Kasım Bey ise Cem’in ölümünden sonra güya yirmi iki yıl daha yaşamış (Cem’in ölümü 1495, Kasım’ın ölümü 1483) ve Taş Eli’ne hükmetmiş. Kimse yerinden sökememiş. Hatta Mısır seferine gitmekte olan I. Selim’in ordusunu basarak ağırlıklarını almış, çok askerini öldürmüş! Fakat kendi ölümü de bu yüzden olmuş. Şikârî, onun, oğullarının ve kardeşinin Osmanlılar tarafından Hocantıoğlu adındaki kendi kethüdasına zehirletildiğini yazıyor, Karaman’da son perde de böyle dramatik bir şekilde iniyor. Bir zamanlar müteaddit vezirleri olan Karamanoğlu’nun artık bir kethüdası vardır!
Son bir söz; “E, biz bu metinden tarih adına ne öğreniyoruz?” sorusu her an akla gelebilir. Cevabım, başka bir soru olacak: Bugünün TV dizilerinden ve diğer kurgusal tarih ürünlerinden geleceğin insanları acaba nasıl bir tarih öğrenecek?