İki kuruluşun öyküsü
Müverrih Neşrî’nin Karamanlıların kuruluşuyla ilgili olarak anlattıkları Osmanlı Beyliği’nin kuruluşu açısından da aydınlatıcı olabilir.
Osmanlı Beyliği’nin kuruluşu son kertede siyasî bir hadiseydi. İlk Osmanlıları oluşturacak olan topluluk bir nüve olarak Ertuğrul Gazi’nin etrafındaki insanlardan oluşmaktaydı ama onun zamanında bu grubun komşuları nezdinde tanınacak veya onlar tarafından dikkate alınacak bir şekilde kendi ayrı, siyasî kimlikleriyle ortaya çıktığını söyleyemiyoruz. Malumu ilâm olacak ama “Ertuğrullu” diye bir beylik ve kimlik oluşmadı.
En başlarda, “Osmanlı” derken çok dar bir anlamda, sadece, onun oğlu Osman Bey’in takipçileri kastediliyordu. Bir savaş beyinin etrafında toplanan takipçilerin, onun adıyla anılması ve sonrasında yine onun adıyla anılan bir hanedan ve devletin şekillenmesi Avrasya dünyasının geçmişinde çok rastlanan, olağan bir süreçtir. Osmanlı örneğini benzersiz kılan ise Ortaçağlardan gelen bu adın ve kimliğin sürekli dönüşerek milliyetçilik çağında bir milletin adı olması ve modern zamanlara kadar ulaşması olmuştur. Gerçekten de, kelimenin ve kimliğin kapsamı, 19. Yüzyılda çok unsurlu bir imparatorluğun vatandaşlarının ortak kimliğinin adı olacak surette, giderek genişlemiş, sonunda Tanzimatçılar, Müslim- gayrimüslim ayırımı gözetmeksizin bütünüyle yeni bir “Osmanlı Milleti / Millet-i Osmaniyan” icat etmişlerdir.
Ertuğrul’un durumunda, istisnailik teşkil edecek hiçbir şey olmadığını, konumunun, oğlu siyasî bir varlık göstermiş ve kendi adıyla anılan bir hanedan devleti ve topluluk kurmuş Avrasyalı diğer babalardan farksız olduğunu söyleyebiliriz. Bu anlamda Selçuk Bey’in babası Dukak’a, Cengiz Han’ın babası Yesügei’e, daha yakınlardan bir örnek verecek olursak da kendi çağdaşı ve Karaman Beyliğinin kurucusu Karaman’ın babası Nure Sufi’ye benzer. Orada da “Karamanlı” diyoruz, “Nureli” demiyoruz. Aşağıda göreceğimiz gibi, Nure Sufi ve Ertuğrul arasında bir kıyaslama, zaman ve mekân açısından, yani aynı sıralarda Anadolu’da bulunmalarından dolayı faydadan ari olmayabilir.
Biraz kestirmeden giderek, Avrasya dünyasında siyasî olarak bağımsız olan pek çok topluluğun, kimin zamanında bağımsız olduysa onun adıyla anıldığını söylemek yanlış olmaz. Yukarıda sayılan babalar ve oğulları arasındaki temel fark da buydu sanırım. Biraz daha açayım, tam ne zaman olduğu konusunda tartışmalar varsa da Osmanlı örneğinde bağımsızlığın Osman Bey döneminde elde edildiği konusunda kaynaklarda tam bir mutabakat vardır. Dolayısıyla Ertuğrul Gazi zamanında, onun başında bulunduğu grubun bağımsız olmadığını veya bağımsız olma yönünde bir iddiada bulunmadığını da rahatça söyleyebiliriz. Başka bir deyişle, Ertuğrul eğer bağımsız değildiyse bağımlıydı. Kuzeybatı Anadolu’nun, geniş Asya bozkırlarının aksine herhangi bir gruba siyasî bir varlığa sahip olmaksızın veya bağımsızlık elde etmeksizin özgür bir hayat sunma kapasitesinin 13. Yüzyılın sonunda bile sınırlı olduğunu düşünürsek Ertuğrul’un bir veya birden fazla siyasî teşekkülle ama gevşek ama sıkı, bir bağımlılık ilişkisi içinde olduğu sonucuna ulaşabiliriz.
13. Yüzyıl Anadolu’sunun siyasî şartları dikkate alınınca muhtemel “metbu” adaylarının sayısı fazla değildir. Bu güçlerin, Anadolu Selçukluları, İlhanlılar, Anadolu Beyliklerinden biri, Doğu Roma İmparatorluğu ve Bithynia’daki yerel Bizans yöneticilerinden biri olarak mantıkî bir tasnifini verebiliriz. Yalnız, bu güçler veya oyuncular arasındaki girift siyasî ilişkilerden dolayı, Ertuğrul’un hangisiyle bir bağımlılık ilişkisi içinde olduğunu net bir şekilde söylemek hemen mümkün olmayabilir. Şöyle ki, Ertuğrul’un, Selçuklu siyasî üstünlüğünü tanıyan uç beylerinden birine bağlı olduğunu düşünelim, Selçukluların da Moğol üstünlüğünü tanımalarından dolayı Ertuğrul’un son kertede İlhanlılara bağlı olduğu söylenilebilir. Aynı şekilde Bithynia’daki yerel Bizanslı yöneticiler de Doğu Roma başkentinin, İstanbul’un siyasî üstünlüğünü tanıyorlardı. İşleri daha da karmaşıklaştırmak pahasına söyleyelim, yaylak ve kışlak arasında yer değiştiren aşiretlerin, hangi devlete, mesela İran’a mı yoksa Osmanlı’ya mı bağlı oldukları konusunun 19. Yüzyılda bile tartışma yarattığını düşünürsek, Bithynia ucunda Ertuğrul’un halkının da benzer bir konumda olmuş olabileceği ihtimalini göz önünde tutmak durumunda olduğumuz ortaya çıkar. Ola ki Ertuğrul, Selçuklu/ Müslüman tarafında bir bey ve Doğu Roma / Hıristiyan tarafında da bir kentin yöneticiyle eşzamanlı olarak bir tür bağımlılık ilişkisi içindeydi. Bu onu, bir siyasî damar yoluyla Selçuklular üzerinden İlhanlılara, hatta onların da bağlı olduğu Çin’deki Büyük Moğollara, Yuan Hanedanı’na, başka bir siyasî damar üzerinden de Doğu Roma imparatoruna bağlamaz mıydı?
Eski Osmanlı kronikleri hangisi olduğu çok açık olmayan bir Sultan Alaeddin karakteri sayesinde Ertuğrul’u ve/ya Osman’ı Konya’daki Selçuklu sultanı ile siyasî tâbi- metbu ilişkisi içerisinde gösterir. Neşrî, Moğolların Anadolu’yu tahakkümleri altına almasıyla ve “son” Selçuklu Sultanı Alaeddin’in çocuksuz ölmesiyle, daha önce de bir şekilde bağımsız olan ama saygısından dolayı hutbeyi onun adına okutan ve sikkeyi onun adına kestiren Osman’ın artık bağımsız bir hükümdar gibi davranmaya başladığını hikâye eder.
Bu tür anekdotların, Osman’ın “metbuu” Selçuklu Sultanına karşı asi konumunda olmadığını göstermek ve dahası Selçuklulardan Osmanlılara meşru ve düzgün bir siyasî geçiş olduğunu vurgulamak gibi kaygıları vardır ama biraz paradoksal bir şekilde yine bu kaynaklardan öğrendiğimiz üzere Bithynia’da Osman’ın bağımsız olmak için verdiği askerî ve siyasî mücadelenin tarihçilerce gereği gibi anlaşılmasını ve değerlendirilmesini de perdeledikleri ve resmi bulandırdıkları kanaatindeyim. Güçleri, kendi başkentleri Konya’yı bile yönetmeye yetmeyen, Moğol kumandanların elinde oyuncak olan, sonuncusunun hangi tarihe kadar tahtta kaldığını ve ne zaman öldüğünü tarihlerin kaydetmeye lüzum bile görmediği son dönem Selçuklu sultanlarının Bithynia’da siyaseten önemli aktörler olduğunu veya Ertuğrul ve Osman’ın gerçekten de onlara bağlı olduğunu düşünmemek gerekir. Üstünde hem Osman’ın hem de Alaeddin’in adı olan bir sikke de henüz keşfedilmiş değildir. Kaldı ki Neşrî bile, anlatımında önce Osman’a siyasî-askerî çıkışını yaptırıyor, çeşitli fütühatta bulunduruyor da ancak ondan sonra Alaeddin’in ölümü üzerine, tevekkül içinde bağımsızlık ilân ettiriyor!
Aynı şekilde, modern Osmanlı tarihçilerinden Rudi Lindner’in Osmanlıların, Selçukluların değil doğrudan İlhanlıların bağımlıları olarak Bithynia’da fütuhat yaptıkları ve ancak bu sayede Bizanslılarla başa çıkabildikleri tezi cazip ama yeterli kanıtlarla desteklenmemiş bir tezdir. Ayrıntısını ileride göreceğiz.
Yerel Bizanslı lordlara ve bilvasıta Doğu Roma’ya gelirsek, tarihî gerçekliklerden oldukça bağımsız olarak Selçuklu- Osmanlı bağlantıları konusunda ısrarlı olan ve bunları idealize eden bu aynı kronikler, Yahşı Fakih üzerinden kendilerine ulaşan ve büyük ihtimalle beylik sarayı çevrelerinden yansıyan Bithynia’daki en erken Osmanlı kronik geleneğinin de etkisinde kalıyor ve Osman Bey’in hangi yöntemlerle gücünü arttırmaya giriştiği konusunda pek çok anekdot aktarıyorlar. Babasının, alttan almayı ve komşularıyla iyi geçinmeyi hedefleyen “müdârâ” siyasetini bir süre daha sürdüren Osman Bey, kariyerinin bir noktasında huruç etmeye karar vermiş, bazı komşularıyla savaşa başlamış ve sonunda bu siyaseti bütünüyle terk etmiş.
Kelimenin, “aldatmak, kandırmak” gibi olumsuz anlamları olsa da, Mustafa Çağrıcı Hocamızın yazdıklarına göndermede bulunarak “müdârâ”nın İslâmî kaynaklarda kötü bir davranış olarak görülmediğine değinmiştim. Diyanet İslâm Ansiklopedisi’ndeki madde başında, “Bir kimsenin şerrinden korktuğu birine karşı aşırıya kaçmadan iltifat etmesi, insanlarla iyi geçinmeye çalışması anlamında ahlâk terimi” açıklaması var. Çağrıcı’nın alâkalı bir kavram olan “müdâhene” üzerine Gazzâli’den aktardığı şu görüşler de saded harici değil:
“[E]ğer birine karşı dinin selâmeti için veya o kişinin halini düzeltmesini sağlamak ümidiyle yumuşak ve hoşgörülü davranılırsa bunun müdârâ, çıkar sağlamak, arzularını tatmin etmek, mevkiini korumak gibi bencil düşüncelerle aynı davranışlar ortaya konursa bunun da müdâhene olacağını belirtmiştir.”
“Dühn” (yağ) kökünden gelen müdâhene bildiğimiz yağcılık veya dalkavukluk… Muslihuddin Mustafa’nın 1545 tarihli Ahterî’si de “Horluk ve ikiyüzlülük ve yumşaklık” anlamlarını veriyor. Aynı kaynakta, müdârâ için de yumuşaklık ve eşanlamlısı kelimeler aktarılıyor ama horluk ve ikiyüzlülük gibi olumsuz anlamlar yok. Aslında, dikkat edilirse, müdârâ için başka, müdâhene için başka davranış biçimleri tarif edilmiyor, ne amaçla yapıldığına bağlı olarak aynı davranış her iki kategoriye de girebiliyor. Çağrıcı’nın belirttiği gibi “temel inanç ve ilkelerden ödün verecek derecede sahte davranışlar sergileme” anlamından dolayı müdâhene “haram” kategorisinde görülürken, müdârâ, “bir zararın önlenmesi veya bir hayrın gerçekleşmesi gibi Allah rızasına uygun amaçlara” dayandığı için, tam aksine bir erdem olarak görülmüş.
Muhakkak ki Osmanlı tarihçileri Âşıkpaşazâde ve Neşri’nin ahlâkî veya tasavvufî bir metin ortaya koymak gibi bir öncelikleri yoktu ama Ertuğrul Gazi ve Osman Bey’in “müdârâ” yaptıklarını söylerken kelimenin olumlu anlamlarından bihaber oldukları düşünülmemelidir. Tam tersine, Ertuğrul Gazi ve Osman Bey’in, belki de kendilerine aykırı gelen siyasetlerini açıklayabilmek için müdârâ kelimesini kullanmışlardır. Her hâlükârda, Osmanlı beyliğinin kurucusuna ve onun babasına ahlâkî bir zaaf atfında bulunmuyorlar.
Aynı gözlemi siyasî bir düzlemde yapabilmek ise mümkün görünmüyor. Hem Âşıkpaşazâde hem de Neşri, Ertuğrul ve bir süreliğine de Osman Bey’in müdârâya başvurmalarının siyasî güçsüzlükten kaynaklandığının sanırım farkındaydılar. Âşıkpaşazâde’nin bakışı daha basittir ve kendi zamanındaki okurlarına- dinleyenlerine o ilk dönemlerin güçsüzlüğünü düşmana yapılmış bir hile olarak açıklamaktan ibarettir.
Neşrî’den ise, ilginçtir Osmanlıların değil Karamanlıların bir güç olarak ortaya çıkışını anlattığı yerde, hangi gerçek koşullar altında müdârâ yapıldığı veya müdârâ yapmanın siyasî ve ekonomik açılardan ne gibi anlamları olabileceği hususunda değerli bir bakış açısı ediniyoruz:
“Rivayet olunur ki, Moğol gelüb İran’a müstevli olıcak, Etrâkden bir tâyife Moğoldan kaçub Ermenak civarında mütemekkin olub kefere-i Varsağ ile müdârâ idüb ‘Şol aracukda turalum. Her ne eküb biçersevüz, ondasın ve nüzulin ve her ne bid‘at olursa size verelüm’ deyü ita‘ât göstermişlerdi. Anlarun reislerine Nûre Sofı dirlerdi, bir pirdi. Her emirde ana itaat iderlerdi.”
Bu anlatıma göre, Nure Sufi’nin halkı, yerli gayrimüslimlerle müdârâ etmiş, bir bölgeye yerleşmek karşılığında onlara vergi vermeyi ve siyaseten de itaat etmeyi teklif etmiş. Ekip biçtiklerinin onda birini ve sefere çıkan bir ordunun hayvanlarını beslemek amacıyla üreticiye yüklenen aynî bir vergi olan nüzulü ve ayrıca yeni ne vergi konursa onu vermeyi taahhüt etmişler. O dönemde nüzul vergisi var mıydı, hatta ileride Karamanlı olacak grup bu koşullarla bir müdârâ yapmış mıydı, bunları tartışmıyorum, konu bu değil. Önemli olan Neşrî’nin bu kavramdan ne anladığı ve tabii ki Karamanlıların ortaya çıkışını nasıl açıkladığıdır.
Hikâyeyi yukarıdan devam ettirirsek, Nure Sufi’nin halkı ona gidip, “İçimizde yiğit- yiğil çokdur. Beklemeyüb nice hâdise iderler. Gel, büyük oğlın Karaman’ı bize emir kıl. Anun emrinden tecâvüz itmeyelüm ve suç idenlerimüzün ol hakkından gelsin” teklifinde bulunurlar. O da memnuniyetle kabul eder. Her ne kadar saygı görse de Nure Sufi’nin kendisinin bey olmadığı anlaşılıyor. Sonuçta, beyliğin kurucusu oğlu olacak, beyliğin halkı da onun adıyla anılacaktır. Osmanlılar için yaptığından farklı olarak, Neşrî, Karamanlılara herhangi bir soyluluk atfında bulunmuyor, Oğuz Han üzerinden ta Yafes’e kadar giden bir şecere vermiyor. Aslında açık bir dille, pekâlâ olabilecek, yalın bir kuruluş öyküsü anlatıyor: “Mâ-hasal, Karaman’ı aralarında beğ idüp cemî‘-i umurda Karaman’a ita‘ât gösterüb avda kuşda anun emrine imtisâl ider oldılar.” Bu kuruluş öyküsünde, Karamanlıların, Ermenek yöresine bir müdârâ sonucu, savaşmaksızın nasıl gelip yerleştikleri anlatılıyor. Müdârâ siyasetinin bir gün nasıl bozulduğu da… Ne dersiniz, anlatımındaki bariz farklılıklara rağmen Neşrî’nin Osmanlının kuruluşunu anlatışıyla hiç benzer yerleri var mıdır acaba?