Balkanların Müslüman Kralları
Unvanlar önemlidir. Bugün öyledir, geçmişte de öyleydi. Firavunların, prenslerin, kralların, imparatorların, emirlerin, halifelerin, beylerin, hanların, kağanların, padişahların kendilerini dünyaya nasıl tanıttıkları nihayetinde siyasî bir meseleydi, hükümleri altındaki insanlar nezdinde kendilerini meşru kılmak, sınırları dışındakilere de ne kadar önemli olduklarını göstermek isterlerdi.
Elbette ki, belge olsun, kitabe olsun, bir siyasî oluşumun kendi kaynaklarından yansıyan unvanların, o oluşumun yöneticisinin iradesine aykırı olması düşünülemez ama kullanılan unvanların gerçekliğe karşılık gelip gelmediği de ayrı bir inceleme veya tartışma konusudur. Mesela, İngiltere kralları, 19. Yüzyılın başlarında bile, bir karışlık bir köşesini dahi yönetmemelerine rağmen tarihî sebeplerden dolayı kendilerine hâlâ “Fransa kralı” diyorlardı. Bu unvanı kullanan başka birileri yani gerçek Fransa kralları da olduğuna göre, bu iddianın nasıl bir siyasî anlaşmazlık konusu olduğu kolayca anlaşılır.
Kutsal Roma-Cermen imparatorları ve Osmanlı padişahları arasında da “imparatorluk” unvanı etrafında dönen bir anlaşmazlık vardır. Kanunî döneminde, V. Charles’ın Roma imparatoru unvanını tanımayan ve onu sadece “İspanya vilayeti kralı” olarak gören Osmanlılar, ancak 1606 Zitvatorok antlaşmasıyla eşitlik ilkesini kabul etmiş ve imparatorlara “Roma çasarı” demeye başlamışlardır. Batı dünyası da, Osmanlı hükümdarlarının, padişah-ı âlem / dünya padişahı iddiasını kabul etmeyerek onlara en fazla, “Türklerin imparatoru” demekle yetiniyordu.
Bazen de bir siyasî oluşum, bildiği bir unvanı başkasına vererek gerçeği daha kabul edilir bir hâle getirmeyi tercih edebiliyordu. Bu durumda da unvanın sahadaki gerçekliği tam anlamıyla yansıtmadığını söyleyebiliriz. Batı Roma’nın çöküşünden sonra barbar kavimlerin liderlerine, Doğu Roma tarafından Roma unvanları verilmesi bu kabildendir. Mesela, 5. Yüzyılın sonunda İtalya’yı fetheden Teodorik, kendi halkı olan Ostrogotlar için kral olsa da Doğu Roma açısından askerî komutandı (magister militum).
Merhum Şinasi Tekin’in, Bursa Şehadet camiindeki 1337 tarihli kitabenin gerçekliğini sorgulayarak ve birtakım erken Osmanlı belgelerine bakarak Orhan Bey’in gazi unvanını kullanmadığı ve bunun da kuruluş döneminde gaziliğin birinci dereceden önemli olmadığını gösterdiği sonucuna ulaştığını görmüştük. Artık, Heath Lowry’nin, Erken Dönem Osmanlı Devleti’nin Yapısı adlı eserinde bu konu hakkında dile getirdiği fevkalade ilginç görüşlerine yakından bakabiliriz. Onun bu görüşlerinin bir eleştirisi içinse Feridun Emecen’in İlk Osmanlılar ve Batı Anadolu Beylikler Dünyası adlı kitabının genişletilmiş baskısına başvurulabilir.
Şehadet Camii Kitabesi
Lowry’nin görüşlerinin ilginçliği, hem gaza tezini ortaya atan Paul Wittek’e, hem de söz konusu kitabenin sahte olduğunu ileri süren ve gaza tezine mesafeli duran Şinasi Tekin’e eleştirel yaklaşarak, kitabenin gerçek ama Osmanlı kuruluşunda gazanın önemli olmadığı sonucuna ulaşmış olmasından kaynaklanıyor. Lowry, Tekin’in, kitabenin yazı üslûbunun 14. Yüzyıla uymadığı yolundaki görüşlerini ilgili literatüre göndermede bulunarak eleştiriyor. Tekin’in, merhum İsmail Hakkı Uzunçarşılı’nın 1927 ve 1929 yıllarında Anadolu kitabeleri üzerine yaptığı yayınları ve fotografik malzeme içeren diğer yayınları incelemiş olsaydı, 1337 Bursa kitabesinin yazı üslûbunun da bunlarla uyum içinde olduğunu görmüş olacağını söylüyor. 13. ve 14. Yüzyıl Anadolu’su kitabeleri, özellikle de Batı Anadolu üzerine epigrafik çalışmalar yapan diğer yazarlara örnek olarak, Rudolf M. Riefstahl, Paul Wittek, Franz Taeschner, Memduh Turgut Koyunoğlu, Halim Baki Kunter, Kâzım Baykal, Robert Mantran ve Ekrem Hakkı Ayverdi’yi gösteriyor.
Lowry’nin, kitabede Orhan Bey için kullanılan unvanların, döneminde Anadolu’da kullanılan unvanlarla uyumsuz olduğunu ileri süren Tekin’e getirdiği eleştiri de gayet ikna edicidir. Şu kadarı var ki, Lowry, bu eleştirilerini, Tekin’le aksi uçlarda duran, gaza tezini savunan ama 1337 kitabesinde Orhan Bey için kullanılan unvanların “kesinlikle benzersiz” olduğunu düşünen Wittek’i de kapsayacak şekilde yapıyor. Başka bir deyişle, Osmanlı kuruluşunda gazanın yeri konusunda çok farklı düşünseler de, 1337 kitabesindeki unvanların nevi şahsına münhasır olduğu noktasında anlaşan Wittek ve Tekin’i birlikte eleştiriyor. Bu arada, Feridun Emecen’in 1995’te, Tekin’e bir eleştiri olarak görülebilecek bir şekilde, gazi unvanının Anadolu’daki kullanımına çeşitli örnekler verdiğini de hemen belirtelim.
Lowry’ye göre Wittek, Bursa 1337 kitabesini yanlış okumuş ve bu durum onun filolojideki yeterliğini kabul eden pek çok bilim insanı tarafından hiç sorgulanmamıştır. Wittek, 1938’de, Osmanlı İmparatorluğu’nun Doğuşu adlı ünlü eserinde, Orhan’a verilen unvanları 1337 kitabesinden kısmî olarak şöyle aktarmıştır: “Sultân ibn sultân el-guzât, gâzî ibn el-gâzî, Şücâ ed-devle ve’d-din marzbân el-âfak pehlevân-i cihân, Orhan ibn Osman”. Bu unvanları çevirisi ise şöyledir: “Sultan, Gaziler sultanının oğlu, Gazi oğlu gazi, ufukların efendisi, cihan kahramanı.”
Wittek’in kitabeyi seçerek alıntılamasında, Lowry’nin işaret ettiği gibi büyük sorun vardır. Wittek, Orhan için “sultan” unvanının kullanıldığını söylerken, bir önceki satırdaki unvanların hepsini birden atlamıştır. Lowry, “sultan” unvanının bir Osmanlı kitabesinde yaklaşık yarım asır sonra kullanıldığına, I. Murad’ın saltanatının sonlarına doğru, 1388 yılında, Orhan’ın eşi Nilüfer Hatun’un İznik’teki imaretinin kitabesinde görüldüğüne dikkat çekiyor. Burada, I. Murad’dan “sultan” olarak bahsedilmektedir. Doğru. Yalnız, I. Murad’ın babası Orhan da aynı yerde “Sultan Orhan” olarak geçmektedir. Ayrıca, Lowry’nin bu kitabının, “Osmanlı Hanedanı’nın 14. ve Erken 15. Yüzyılda Kullandığı Unvanlar” başlığını taşıyan iki numaralı ekinde, merhum İbrahim Artuk’a referans verilerek, Orhan’ın Bursa’da kesilen tarihsiz bir akçesinde, “Es-sultân el-’adl Orhan bin Osman” unvanıyla anıldığı bilgisi vardır. Orhan Bey’in, belki de saltanatının sonlarına doğru “sultan” unvanını kullanmasını ve dolayısıyla, I. Murad’ın “sultan” olarak anılan ilk Osmanlı hükümdarı olmayabileceğini dikkate almalıyız. Kaldı ki, kitabede başka bir bağlamda olsa da “sultan” kelimesi geçiyor ve Wittek’in maddî bir okuma hatası yapmış olması gayet mümkündür.
Öte yandan, açık ve net olarak verilen diğer unvanların atlanmış olmalarının herhangi bir özrü olamaz. Lowry ve daha önce başkalarının okuduğu şekliyle o satır şöyledir: “El-emir el-kebir el-mu’azzam el-mücahid fi sebîl Allâh”. Yani “Allah yolunda mücahit, yüce ve büyük emir”. Burada, “El-emir el-kebir” unvanının o dönem Anadolu’da kullanılan “Ulu Bey” unvanının tam karşılığı olduğunu, bir hanedandaki asıl yönetici konumundaki beyi, diğer beylerden ayırmak için bu unvanın kullanıldığını, Batı dillerinde Osmanlı padişahları için kullanılan Grand Signor /Büyük Efendi unvanının da bunun çevirisi olduğunu söylemiş olayım.
Lowry’nin okuyuşuyla Orhan’ın unvanlarının kalanı da şöyledir: “Sultân el ghuzât, gâzi ibn el-gâzi, şücâ’ el- devle ve’l-din ve’l-âfâk pehlevân el-zaman [?] Orhan bin Osman.” Görüldüğü gibi Wittek’in okuyuşundan ufak tefek başka farklılıklar da var. Üzerinde durmuyorum. Önemli olan, “sultan” unvanının bu kitabede kullanılmaması ve Orhan’dan sadece gazilerin sultanı ve büyük emir olarak bahsedilmesidir. Oysa Lowry’nin dikkat çektiği üzere, bu kitabeyi “kesinlikle benzersiz” yapacak unvan “sultan” olurdu. “Sultan” unvanını çıkardıktan sonra geriye kalanlar ise o dönemde Anadolu’da diğer beylerin kullandığı unvanlarla uyumsuzluk değil, uyum içindedir. Lowry’nin kitabındaki örneklerden birkaçını burada tekrarlayayım.
Mesela, Afyonkarahisar Kale’sinde, Germiyan Beyliği’nden kalan 1324 tarihli bir kitabede Umur Bey oğlu Hüsamettin Yakup Bey, “el-emir el-mu’azzam” unvanıyla anılmaktadır. Manisa Ulu Camii’nde bulunan 1378 tarihli bir kitabede Saruhanlı hükümdarı Saruhan oğlu İlyas oğlu İshak Han’a “El-sultân el-a’zam, nasîr el-guzât ve’l-mücahidin” unvanları verilmiştir ki “Büyük sultan, gazilerin ve mücahitlerin yardımcısı” anlamına gelir. Birgi’de 1312’den kalma Aydınoğullarına ait bir kitabede Aydın oğlu Mehmed Bey’den, “Mevlana, el-emir el-kebir, el-gâzi” (Gazi, büyük bey efendimiz) unvanlarıyla bahsedilmektedir.
Menteşe Beyliğine bağlı Milas kasabasında, Hoca Bedrettin mahallesindeki Ahmed Gazi Camii’nde bulunan 1378 tarihli kitabede ise, caminin banisinden “Sultan mülûk el-a’rab ve’l-acem, gazi Ahmed Beg” (Arapların ve Acemlerin krallarının sultanı gazi Ahmed Bey) gibi mutantan bir şekilde bahsediliyor. Anadolu beylerinin gerçek güçlerinden bağımsız bir şekilde bu unvanları kullandıklarını söyleyebiliriz. Nitekim, Saruhanlı beyi de kendine “han” demekle kalmıyor, “büyük sultan” demekte de bir sakınca görmüyor. Böyle bakınca, Osmanlılarda bey yerine ilk kez ne zaman sultan unvanı kullanıldığı gibisinden bir tartışmanın değeri düşüyor ve kendisine ilk kez sultan diyen Osmanlı hükümdarının tesbiti bir miktar anlamsızlaşıyor ama bunun tamamen önemsiz olduğunu da söyleyemeyiz. Arap ve Acem krallarını kolaylıkla bir kenara koyabiliriz ama belki de Anadolu beyleri, birbirleri arasındaki göreli güç ve nüfuzlarına göre “sultan” unvanını kullanıyor veya kullanmıyorlardı.
1337’de Orhan Bey’in kendine sultan dememesi ve “büyük bey” ve “gazilerin sultanı” olmakla yetinmesinin her şeye rağmen Anadolu içi dengeleriyle alakalı olduğu düşünülmelidir. Öte yandan, Aydın oğlu Mehmed Bey’in 1334 tarihli mezar taşında da bulunduğuna göre, “sultânü’l-guzat” unvanının da Osmanlıların tekelinde olmadığı veya onları diğer beylikler arasında farklı kılmadığı anlaşılıyor.
Bazıları, Hıristiyan bir devletle bir sınırı bile olmayan Anadolu’daki çeşitli yerel hükümdarların, Osmanlılarla benzer bir şekilde gazilikle ilgili unvanlar kullandığını hatırlatan Lowry, Osmanlıların benzersiz coğrafî konumuyla birleştirdiği gazi rollerini onların var oluş ve büyüme sebebi olarak gören Wittek’e karşı çok eleştireldir. Ona göre, Osmanlılar, öncelikli olarak gaza / kutsal savaş kavramına adanmış bir devlet değildi, bazıları Müslüman bile olmayan gazileri de adanmamıştı! Lowry, Wittek’in iddialarının aksine, erken Osmanlı hükümdarlarının kullandığı unvanlarda hiçbir yegânelik olmadığını ve diğer Anadolu Türk beyliklerinin de bunları rahatça kullandıklarını söylüyor ve o kullandıkları dilin, erken Osmanlı döneminin gerçekliklerini değil, 14. Yüzyıl Anadolu’sunun siyasî sözlüğünü yansıttığını söylüyor! Lowry’nin bu konudaki görüşlerini ayrıntılı olarak göreceğiz; Wittek’in, Osmanlı beyliğinin hızlı gelişmesinde gazaya ve gaziliğe atfettiği önem de şöyle dursun ama diğer Anadolu beyliklerinin de gaza ve gazilik kültürünü paylaşmasının nasıl olup da Osmanlıyı gazi olmaktan çıkaracağını gerçekten anlayamıyorum.
Son olarak kısaca değinmek istediğim iki husus var. Birincisi, Orhan Bey’in “sultânü’l-guzat” unvanını kullanmasının 1337 ile sınırlı olmadığıdır. Otantikliği konusunda bir tartışma olmayan Haziran 1360 tarihli bir vakfiye ile Orhan Bey, ölen oğlu Süleyman Paşa için İznik’te bir zaviye kurmuştur. Orhan Bey’in aradan geçen yıllar içinde unvanlarının zenginleştiği kolayca görülüyor, mesela bunlar arasında, merhum Tekin’in görmek istediği unvanlara benzeyen, “mahdum el-mu’azzam” (yüce efendi) vardır ve Orhan artık kendisini “malik mülûk el-ümera’ fi’l-’âlem” (dünya beylerinin krallarının kralı) olarak tanıtmaktadır. Ama öte yandan “Nusret el-mücahidin” (mücahitlerin yardımcısı) ve “kefh el-murabitin” (sınır savaşçılarının sığınağı) gibi gaza ile alakalı unvanların yanı sıra doğrudan “sultan el-ghuzât” diyerek eski unvanından vazgeçmediğini de gösteriyor.
İkinci husus ise bu “sultan el-ghuzât” unvanına çok benzeyen “melik el-guzât” unvanının Osmanlı devletinde daha sonraları büyük akıncı beyleri için kullanılmasıdır. Aralık 1390 tarihinde I. Bayezid, bir “biti” ile Mihal Bey oğlu Gazi Ali Bey’e ve evlatlarına sancak beyliği vermiştir. Gazi Ali Bey’in “Emirü’l-kebir (...) Melikü’l-guzât ve’l- mücahidin kahiri’l-kefere ve’l-müşrikin” (Büyük emir… Mücahitlerin ve gazilerin kralı, kâfirlerin ve müşriklerin kahredicisi) şeklinde verilen unvanları gerçekten çok azametlidir ve Lowry’nin dikkat çektiği üzere bu, I. Bayezid’in onu kendine yakın bir konumda gördüğüne işaret edebilir. Aynı şekilde, Evrenos Gazi’nin 1417 tarihli mezar kitabesindeki unvanları da “Melikü’l-guzât ve’l- mücahidin, kâtilü’l-kefere ve’l-müşrikin” şeklinde, Ali Bey’inkilere çok yakın olarak verilmiştir. Anlaşılan o ki, Balkanlar’da Osmanlıya bağlı “kralların” hepsi Hıristiyan değildi.