Muhalefetin kaçırdığı fırsat- 2
Bu bir devam yazısı. Bir önceki yazıyla birlikte okunursa, daha bütünlüklü bir çerçeve sunacaktır. Bu yola başvurmayacak okur için çok kısa bir özet sunayım yine de: Muhalefet 17-25 Aralık’ta FETÖ’nün oluşturduğu tehdidi ve bunun bazı aktörlerce nasıl arkalandığını doğru okuyabilse ne olurdu? Bunun, siyaseti siyaset dışı yollardan belirleme çabası olduğunu ilan etse ne olurdu? O zamanki adıyla “Paralel Yapı”ya karşı, hükümete ve daha önemlisi bu mücadeleyi yürütecek ana aktör olan devlete omuz verse, bu mücadele için gereken her türlü anayasal ve yasal düzenlemeye destek olsa ne olurdu?
***
Bir önceki yazının sorusu bu idi esasen. Peki, ne olurdu? Devlet dışı yapılanmalara, bunların terör örgütü işlevi gördüğüne, siyaset dışı müdahalelerin yanlışlığına dair ciddi bir toplumsal mutabakat oluşurdu. Siyaset akılcı, gerçekçi ve yapıcı bir çizgiye otururdu. Simgeler, önyargılar, saplantılar üzerinden değil, gerçek siyasi fikir ve projeler üzerinden yürüyen bir tartışma alanımız olurdu. Bazı uç kesimler hariç, kimsenin aklına siyaset dışı yollardan medet ummak gelmezdi.
Türkiye’de muhalif bakışın en çok ıskaladığı fırsat bu. Sadece son 4 yıldır değil, son 15 yıldır değil, çok partili hayata geçtiğimizden beri böyle. Gerçek çözümlerin sadece siyaset alanında üretilebileceğine dair inanmışlık ve adanmışlık eksiği var pek çok muhalif kesimin. Özellikle de ana muhalefetin üstlendiği bakışın. Siyaseti toplumun önüne ileri hedefler koymak, iktidarı da bu ileri hedefler yönünde zorlamak için benimsemek ve kullanmak yerine, ideolojik kolaycılığa ve simgeler üzerinden yürüyen bir kutupsallık varsaymaya, en kötüsü de bunu sürekli beslemeye dönük bir tercih.
Ülkemizin önündeki en ciddi sorunlardan birinin bu olduğu kanısındayım. Sözünü ettiğim muhalif bakış, siyaseti siyaset eliyle ve sandığın meşruiyetiyle dönüştürme yetisinden yoksun. Tam tersine, sürekli siyaset dışı aktörlerle ittifak ve dayanışma ilişkileri içine girmek, siyaset alanının meşruiyetini zorlama ama toplumun fay hatlarını kurcalayan tartışmalarla bozuşturmak, başka ülkelerin siyasetinden kendine çözüm ortakları devşirmek yönünde bir eğilimi var.
Örneklemeye çalışayım: Ana muhalefetin Türkiye’nin AB’ye tam üyeliği gibi bir hedefi varsa -ki önceki dönemde ürettiği kimi siyaset belgeleri buna inanmayı da zorlaştırıyor ne yazık ki-, ta işin başından beri Ak Parti hükümetinin çizgisinden daha ileri bir noktada durması beklenmez mi? Hem hükümeti hem AB’yi aynı perspektif üzerinden zorlaması gerekmez mi?
Ana muhalefet AB’ye tam üyeliğin Türkiye’nin geleceği için iyi bir seçenek oluşturduğuna içtenlikle inanıyorsa, bugün AB ile yaşadığımız sorunların aşılması için pek çok Avrupa ülkesine heyetler göndermiş olması gerekmez mi? Bu heyetlerin son 15 yılın dinamiklerini, FETÖ tehlikesini, 15 Temmuz’da kazanılan demokrasi zaferini muhataplarına anlatıyor olması gerekmez mi?
***
Ne demeye çalışıyorum? Hükümetin AB politikasında yanlış bulduğunuz tutum ve tercihlerini bu muhataplar önünde kıyasıya eleştirebilirsiniz. Bir yandan da AB’nin çifte standartçı uygulamalarını yüzüne vurabilirsiniz. Bütün bunları yaparken de, ülke siyasetinin bir aktörü ve bir iktidar alternatifi olarak, muhataplarınız karşısında siyaseti ayakta tutmak ve meşruiyetini korumak için, ortak geleceğimiz için, en önemlisi de Türkiye için konum alırsınız.
Herhalde hem ülke içinde hem dışında siyaset dışı yolları körükleyen aktörlerle işbirliğine gitmez, yabancı yayın organlarıyla yaptığınız söyleşilerde bu yıkıcı alanı beslemez, meşru siyaset alanındaki başarısızlığınızı ülkenin milli çıkarlarıyla bağdaşmayan ittifak ilişkilerine teslim edecek basiretsizliği göstermezsiniz.
Muhalif bakış bu eğilimden kurtulduğu gün, siyaset de öngörülmedik hızla iyileşip akılcılaşacak. İyimserim. Peki, Ak Parti’ye düşen nedir? Son olağanüstü büyük kongrede kullandığı “Yeni Atılım Dönemi: Demokrasi, Değişim, Reform” şiarını, bu yıkıcı eğilimlere karşı ısrarla koruyup uygulamaya geçmek, bu yolla rakipsizliğini tescil etmek. Evet, bu konuda da iyimserim.