Çınarcık’ta Garbis, Elena, Ben...
Yukarıdaki başlık 20 Nisan 2004’te Vatan gazetesinde çıkan yazımdan. Kıbrıs’taki Annan Planı oylamasından hemen önce yazmıştım. Aşağıda büyük kısmını alıntılıyorum:
“Çocukluğumun bütün yazları Çınarcık’ta geçti. Rumlarla, Ermenilerle iç içe yaşardık. Ben o eski ‘bir aradalık’ın son dönemine yetişmiş bir kuşaktanım.
Benden bir yaş büyük Elena’yı görünce elim ayağım birbirine dolaşırdı. Çiçekli elbisesini giydiğinde bayılacak gibi olurdum. Sırf Elena’yla görüşebilmek için, pek de hoşlanmadığım kardeşine özel ilgi gösterirdim. Aslında iyi çocuktu, kaleciliği müthişti, mahalle maçlarında vazgeçilmezdi.
20 Temmuz tarihli Kıbrıs Barış Harekatı’nın başladığı yaz 9 yaşına girmiştim. Rumlar o gece Çınarcık’ı terk ettiler. Ermenilerin el etek çekmesi birkaç yıl aldı. Ertesi sabah Elena’yı bir daha göremeyeceğimi anlamıştım artık.
Biz çocuklar için şenlikli günlerdi. Kıbrıs haritaları üzerinde kurşun kalemle az savaş yapmadım. Bütün camlar gazete kağıdıyla kaplandı, renkli ampuller takıldı, ‘karartma’ vaktiydi. Canlı müzik olan çay bahçeleri, koyu ampullerin gölgesinde dolup taşmayı sürdürdü. Berkant ‘Bir şarkısın sen’i söylerdi. Çok severdim o şarkıyı. Yıllar sonra rahmetli Özal’la daha da güzelleşti. Geceler hep birlikte söylenen ‘Yaylalar’ eşliğinde biterdi. ‘Sen git de abin gelsin’ diye avaz avaz bağırırdık dans pistinde biz çocuklar.
Bir gün denizden pansiyona döndüğümde en yakın arkadaşım Garbis’i elinde süpürge sopasıyla çalışırken buldum, annesiyle birlikte kaldığı giriş katındaki odalarında. Düşsel rakipleriyle dövüşüyordu. Yüzü gözü morluklarla bezeliydi. ‘N’oldu be?’ diye sordum. Aşağı mahalledeki çocuklar ‘pis gavur’ diye iyice bir benzetmişler Garbis’i.
Olayı diğer arkadaşlara anlattım. Çok öfkelendik. Kalabalık bir grup aşağı mahalleye gittik. Başlarındaki tıknaz oğlan dahil olmak üzere, bütün çeteyi ‘Bizim mahalleden nasıl adam döversiniz lan? Kardeşimiz o bizim!’ diye fena halde hırpaladık.
Birkaç gün sonraydı. Pansiyonun bahçesinde, domates fidelerinin arasında Garbis’le kavgaya tutuştuk. Nedenini anımsamıyorum, uyduruk bir şeydi. Ama sonunda bir ‘din savaşı’ çıktı neredeyse. Birbirimize olmayacak laflar söyledik. Çok sinirlendim. Hep boynunda taşıdığı, taşlarla bezeli, çok sevdiğini bildiğim haçı kopardığım gibi yandaki izbe evin bahçesine fırlatıverdim. Tekme tokat birbirimize girdik.
Odaya çıktım, hırsımdan saatlerce ağladım. Garbis de öyle. Akşam maç sahasında karşılaştığımızda onun gözleri de davul gibiydi. Barıştık tabii. Ertesi sabah herkesin girmekten korktuğu yan bahçeye daldık. Tuhaf çalıların, ısırganların arasında saatlerce haçını aradık. Ben buldum bir eğreltinin dibinde. Birbirimize sarılıp böğürtlen yemeye gittik.
İnsan çocukken çoğunlukla ‘güvenli bir evren’de yaşar. Değişmezlerin egemen olduğu bir evrendir bu. Ben de öyle sanırdım. Bu evren bir gecede değişti. Önce Elena’yla kardeşi gitti, birkaç yıl sonra da Garbis. Biz çocuklar, dediğim gibi, bu değişimi bir eğlenceye çevirmeyi bildik. Gelgelelim, hep trajik bir yanı kaldı anımsadıklarımın.”
İşte böyle, “bir aradalık” çok kıymetli bir nesnedir. 15 Temmuz da aynı trajik yanı taşır. O gece nice güzel insan vatan için, bayrak için, demokrasimiz için, bizim için, ayrım gözetmeksizin her birimiz için şehit düştü, gazi oldu. O geceyi iliklerine kadar yaşayanlar için de döktüler kanlarını, bugün bile o geceyle dalga geçmeyi, aşağılamayı sürdürenler için de. “15 Temmuz Destanı” diyenler için de döktüler kanlarını, “kontrollü darbe” diye tutturanlar için de.
Bir olalım, bir arada olalım diye döktüler kanlarını. Özgür irademizin teminatı oy sandığını koruyalım diye. Yukarıdaki öykünün trajik yanını kavrayamayanlar için diyecek sözüm yok. Gelgelelim, bu öyküyle yüreği titreyenler için, hangi meşrepten ve yaşam tarzından olursa olsun, çıkarılacak bir ders var bence. Dedim ya, bir aradalık çok kıymetli bir nesnedir, kıymetini bilelim. Ortak geleceğimizi kuracak olan odur, başkası değil. Bir yandan da karşılıklı siyasi mücadelemizi sürdürelim. O da ayrı bahistir vesselam.