Erdoğan’ın terapisi
Askerî darbeyi engellemek için tankların önüne atılan halkımızın kahramanlığı Batı’da iltifat görmedi.
“Demokrasi destanı” gibi manşetler atılmadı.
‘Teoriye’ göre bu muazzam direnişin Batılıları çok heyecanlandırması gerekirdi, ama Batı’nın dümen suyunda gitmeyen Müslüman bir halk söz konusu olduğu için bu destanı görmezden geliyorlar.
‘Onurlu Müslümanlarla işimiz olmaz’ diyorlar lisan-ı hal ile.
‘Erdoğan ve adamlarının defterinin bu sefer de dürülemediğine yanarız’ diye düşündükleri de aşikâr.
Askerî darbe teşebbüsünün üzerinde neredeyse hiç durmayıp, darbecilerin vahşeti hakkında iki kelam etmeyip, ‘Darbe teşebbüsü bahanesiyle anti demokratik uygulamalara gidilmesin’ demeye başladılar hemen.
Cumhurbaşkanımızı ve hükümetimizi ‘demokrasiyi korumaya’ çağırıp duruyorlar.
Onlara ‘Hangi demokrasi?’ diye sormak lazım.
Tek parti diktatörlüğü tarafından lütfedilen, devamlılığı ordunun tahammül sınırlarına bağlı olan, işleyiş imkânları bürokratik oligarşinin insafına terk edilen bir demokrasi, gerçek bir demokrasi değildir.
Gerçek bir demokrasiyi daha yeni kuracağız.
İlk meselemiz, halkın seçtiği idarecilerin askerî darbeyle devrilmesini veya bürokratik bir oligarşi tarafından sabote edilmesini mümkün kılan statükonun canına okumaktır.
Batılı siyasetçilerin ve gazetecilerin, zekâ özürlü değillerse şayet, bunu gayet iyi anladıklarını düşünüyorum.
Anlamazdan geliyorlar, Cumhurbaşkanı Erdoğan ve AK Parti Hükümetinin bu yöndeki gayretlerini çarpıtarak anlatıyorlar, demokrasi düşmanlığı ile mücadeleyi demokrasi düşmanlığı gibi sunuyorlar, çünkü demokrasi filan umurlarında değil; Türkiye için istedikleri şey, askerî diktatörlük de olsa Batı’nın çıkarlarını teminat altına alan bir düzendir.
Olağanüstü hal uygulamasını eleştirirken Türk demokrasisini korumaya çalışmıyorlar, Türk demokrasisine sabotaj imkânlarını korumaya çalışıyorlar.
Bugün, her zamankinden daha çok nefret ediyorlar Erdoğan’dan.
Otoriter olduğu ve demokrasiyi tahrip ettiği için değil, tam tersine halkın otoritesini kuvveden fiile çıkarıp gerçek demokrasinin önünü açarak Batı destekli askerî ve sivil cuntaların otorite hesaplarını alt üst ettiği için.
***
Askerler ülke yönetimine el koyduklarında direnmeyi aklının ucundan bile geçirmeyen bir halktı bu.
Candan sevdiği bir başbakanı asılırken bile sesini çıkarmayan bir halktı.
Kendini ülkenin sahibi gibi hissetmiyordu, hissedemiyordu çünkü.
‘Batılıların adamları ülkemizi ele geçirdiler, bizi de köleleştirdiler. Biz köleyiz. Efendilerimizin lütuflarına sevinir, gazaplarını sineye çekeriz’ diyordu adeta.
Bilinç altında bu vardı.
15 Temmuz gecesi Türkiye’nin her yerinde, toplumun her kesiminden insanların sokaklara sökülüp canları pahasına darbeci askerlerin karşısına dikilmeleri, Erdoğan’ın bu halka 2002’den beri uyguladığı ‘terapi’ sayesinde mümkün olabildi.
Halkın hayat şartlarını iyileştirmek ve Türkiye’yi parlak ufuklara taşımak için canla başla çalışırken -tam da bu nedenle- maruz kaldığı korkunç meydan okumaların karşısında sergilediği dik duruş ve o duruşu izah ederken başvurduğu söylemler, halk üzerinde terapi etkisi yapıyordu ve Erdoğan bunun farkındaydı.
İşin üstüne iyice gitti.
Menderes’in “Söz milletindir” sloganının “Söz de karar da milletindir” şeklinde değiştirmesi, bu yeni haliyle her fırsatta kullanması ve her seferinde “karar” kelimesini vurgulaması boşuna değil.
Halka, onca sene boyunca, bıkmadan usanmadan, tekrar tekrar, ‘Patron sensin. Ülke senin, devlet de senin. Ülkeyi kimlerin nasıl yöneteceğine hür seçimlerde sen karar verirsin ve yönetimin değişmesi de ancak senin hür seçimlerde vereceğin kararla olur. Sana ait olan bu otoriteyi gasp etmek isteyenlere karşı uyanık ol!’ telkininde bulundu Erdoğan.
Bilinç altındaki o eziklik silinsin, halk titreyip kendine gelsin diye çırpınıp durdu… ve başardı işte.
O gece bir kadın, darbeci askerlere, 15 senedir insan gibi yaşadığımızı ve kimsenin bunu bitirmesine izin vermeyeceğimizi haykırmıştı ya; o haykırış bütün hikâyeyi anlatıyor.