Abdülhamitçiliği de aşmalıyız
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın siyasi fenomen olarak Mustafa Kemal Paşa’ya mı yoksa Abdülhamit Han’a mı benzediği tartışılıyor.
İkisine de benzemiyor ve zaten benzememeli.
Bu topraklarda “Binlerce yılın yabancısı bir ses” olan Kemalizm’i aşmamız gerektiği gibi Abdülhamitçiliği de aşmalıyız.
Mekânı cennet olsun, Sultan 2. Abdülhamit, mevcudu mümkün mertebe muhafaza etme çabasını ifade ediyordu.
Yahut, mevcuttan kurtarabildiğini kurtarma çabasını.
Recep Tayyip Erdoğan ise mevcudu büyütme ve çoğaltma çabasını ifade ediyor.
***
Bosna-Hersek’i, Mısır’ı, Kıbrıs’ı, Tunus’u kaybettiğimiz muazzam bir ricat furyasından sonra işi sıkı tutup bir karış daha toprak vermemiş olmayı idealleştirmek, Düvel-i Muazzama’yı ince bir denge siyasetiyle senelerce oyalamış olmayı aşılmaz derecede destanlaştırmak, bizi yerimizde saymaya sevk eder.
Sonra yeni bir “Balkan Harbi” çıkar ve öyle bir dökülürüz ki 30 senelik denge siyasetinin azameti bir anda tuz buz olur.
“Ama Abdülhamit’in İttihad-ı İslam siyaseti…” mi?
Uzakdoğu açılımı mı?
Kırık bir gemiyle nereye kadar gidebildiyse oraya kadar gitti işte: Makus talihin dibine.
***
Dönemin şartlarında Abdülhamit daha fazlasını yapabilir miydi yapamaz mıydı (herhalde yapamazdı), onu tartışmıyorum.
Onu tartışmadan öpüp başımın üstüne koyuyorum Abdülhamit’in siyasi mirasını.
Öpüp başımın üstüne koyduktan sonra rafa kaldırıyorum ama.
Bu saatten sonra hâlâ Abdülhamit’in Arakan’da okul açtırması veya Etiyopya’ya askerî uzman göndermesi gibi şeylerden ibaret bir cihan devleti azametini hayranlıkla anıp duracak değilim.
Bir şeyin Osmanlı tarihine ait olması o şeyin günümüzdekinden daha kıymetli olmasını gerektirmez.
Tarihî şeylere atfettiğimiz azamet bizi günümüze ait azîm şeyleri hakkıyla görmekten alıkoyabiliyor.
Ne nostaljisi kardeşim! Gerçek şu ki, Erdoğan liderliğinde kurulan Yeni Türkiye, hacim bakımından Abdülhamit dönemi Osmanlı’sından ne kadar küçük olursa olsun, hem mevcut hem de potansiyel güç bakımından onun fevkindedir.
***
Sadece TİKA’nın şu son birkaç sene içinde Asya, Afrika, Balkanlar ve Güney Amerika’da yaptığı işler, belki Osmanlı’nın son yüzyılında yapılan benzer işlerin birkaç mislidir...
Abdülhamit döneminde ve sonrasında ordumuzun derlenip toparlanmasının tek yolu, güçlü bir Avrupa ülkesiyle dünya kadar taviz karşılığında anlaşıp ondan silah vesair teçhizat yardımı almaktan geçiyordu; günümüz Türkiye’sinde ise birbirinden müthiş yerli harp sanayii hamleleri birbirini kovalıyor…
Yine Abdülhamit döneminde, kendi ülkemizdeki haydutlarla mücadelede bile Düvel-i Muazzama’nın rızasını almak mecburiyetinde iken, bugün, başka devletlerin topraklarında, Düvel-i Muazzama’nın muhalefet ettiği askerî operasyonlara girişebiliyoruz…
Günümüzde İttihad-ı İslam potansiyelinin Osmanlı haricindeki İslam topraklarının neredeyse tamamında Avrupa bayraklarının dalgalandığı Abdülhamit dönemindekinden daha güçlü olduğu, ayrıca Erdoğan’ın -halife sıfatı taşımamasına rağmen- Müslüman halklar için Abdülhamit’ten daha popüler bir siyasi istinatgâh haline geldiği de ileri sürülebilir ve ben şahsen ileri sürüyorum.
***
Ve Erdoğan “Dünya 5’ten büyüktür” diyor.
Kendimizi kurtarma derdinin çok ötesine geçip dünyayı kurtarmanın bayraktarlığına soyunuyor.
Neticede bir ‘savunma ideolojisi’ olan Abdülhamitçilik’te takılıp kalırsak bunun hakkını veremeyiz.
Bunun hakkını vermek deyince: 5’ten büyük olan dünyanın büyüklüğünü kuvveden fiile çıkarmak için somut adımlar atılsın artık.
Hindistan, Pakistan, Brezilya, Güney Afrika vs, vs, vs. ile Birleşmiş Milletler’in karar mekanizmasını demokratikleştirme konulu görüşmeler başlasın bir an evvel.
Stratejik araştırma kuruluşlarımız, “Think Tank”lerimiz de bu ülkelerdeki muadilleriyle toplanıp, veto hakkına sahip daimi ülkeler oligarşisine nasıl son verilebileceğine dair zihin jimnastiği yapsınlar.
Ama evvela böyle büyük düşünmemize el veren bu Yeni Türkiye nimeti için Allah Teala’ya şöyle güzelce bir şükredelim.