Yenilgiler, kader ve dava
Sezai Karakoç’un o güzel mısralarını hemen herkes bilir. ‘Sakın kader deme kaderin üstünde bir kader vardır’ ve sonrasında ‘yenilgi yenilgi büyüyen bir zafer vardır’ diyen. Çok güzel bir şiirdir… Duruma razı olmamaya, ezik kalmamaya davet eden, bir başka ‘büyük’ gerçekliğin ‘senin’ yanında olduğunu haber veren, yenilgilerin aslında o büyük gerçeklik içinde zaferin yapı taşlarını döşediğini söyleyen bir şiir… İlahi bir metafor içinden okunduğunda çok daha derin anlamlar da ifade edebilir. İstenmeyen gelişmelere karşı kaderci olmayıp mücadele etmeyi telkin ederken, diğer taraftan ‘büyük’ gerçekliğin ima ettiği ‘üst’ kaderin kendi yanında olduğundan emin olmanın hem dindar bir varoluşa, hem de bu dindarlığı siyasileştiren bir duruşa tekabül ettiği açık.
Dolayısıyla yüreği pek tutma, başı bükmeme, mücadeleyi sürdürme ama aynı zamanda ilahi tercihi yansıtan bir büyük kadere güvenme yönündeki moral duruşa gönderme yapan bu şiirin muhafazakâr siyasetçiler için cazip olmasını anlamak mümkün. Çünkü birbiri ile bağlantılı ve elverişli iki mesaj barındırıyor: ‘Bugüne takılıp kalma’ ve ‘geleceğe inanmanın büyüsünden uzaklaşma’…
***
Bu yaklaşımı kendi kitlesine benimsetecek bir siyasetçinin omzundaki yükler büyük ölçüde kalkacaktır. Çünkü ekonomi, dış politika, temel haklar, özgürlükler, eğitim, sağlık, gibi bildik alanda yaşanan yetersizliklerin üstü, bu anlayış sayesinde ancak gelecekte sınanabilecek, hatta gelecek hep ileride olduğu için hiçbir zaman sınanamayacak ideolojik bir beklenti ile kapatılabilir. Siyasetçi kendi kitlesini ne zaman gerçekleşeceği belli olmasa da, ilahi adaletin tecellisi olarak, gerçekleşeceği kesin bir ‘büyük’ başarı yönünde şartlandırabildiği ölçüde, bugün yaşanan başarısızlıklar anlamını yitirebilir.
Demek ki soru, herhangi bir siyasetçinin kendi kitlesini söz konusu şartlandırma noktasına taşıyabilmesi için nelerin gerektiğidir… Tabi ki kişilik ve karizma hemen akla gelen nitelikler. Ancak geniş bir tabanı aynı doğrultuda tutmak ve yarınki bir mefkure uğruna bugün daha aza veya bazı yanlışlara razı gelmelerini sağlamak için daha fazlasına ihtiyaç var. Yani içinde ‘ideal’ barındıran bir ideolojiye… Kısaca söylemek gerekirse bir ‘davaya’…
Eğer temel meseleniz geçmişten geleceğe uzanan bir çizgi üzerinde ifadesini bulan bir ‘dava’ ise, bugün yaşananlar o dava uğruna atılan adımlar, üstlenilmesi beklenen sıkıntılardan ibarettir. Önemli olan geri adım atmamak, dik durmak, direnmek ve cepheyi savunmaktır. Size bunun nasıl yapılacağını ise o davayı yüreğinde en iyi hissedenlerin söylemesinden daha doğal ne olabilir?
Söz konusu davanın ne olduğu her zaman biraz muğlak olsa da özü ‘ötekileri yenmek’ şeklinde özetlenebilir. Bu nedenle her dava kökünde milliyetçi ideolojiyi yansıtır. Mefkure dinsel terminoloji içinde ifade edilse bile, insanları sürükleyen bir tür milliyetçiliktir. Bu süreç içerisinde din de ideoloji kalıplarına indirgenir ve milliyetçiliğin duygusal sembolizmini oluşturur.
Mesele ‘ötekileri yenmek’ olduğu ve bu bir ‘üst kader’ olarak içselleştirildiği ölçüde, ben ve öteki konusu da tamamen ‘fıtrat’ üzerinden anlaşılacaktır. İki fıtratın karşı karşıya geldiği bir ezeli çatışmada ‘iyi’ olan tarafın biz olmamız gerekir… Aksi halde mağduriyet ve yenilgilerin yükü taşınamaz ve inancı sürdürmek imkansızlaşır.
***
O nedenle örneğin Batı şeytandır, komplocudur… Çünkü başkası elinden gelmez. Fıtratı müsaade etmez… Tam da bu nedenle nihayette yenilecek ve biz hak ettiğimizi elde edeceğizdir. Bugün yaşananların pek de doğru gitmemesi de doğaldır, çünkü kimse bizim başarımızı istemez. Ama ötekilerin başarılı olamayacaklarından da eminiz, çünkü ‘üst kader’ bizden yanadır… Öyle olmalıdır… Aksini düşünemeyiz… Aslında risk almayıp, bu konuyu hiç düşünmeyiz. Sadece inanırız.