Yeni bir devlet duruşuna doğru
Cumhurbaşkanlığı sistemine geçtik ama bunun nasıl bir siyasi ortamı ifade ettiği konusunda fazla kafa yoramadık. Meclis çoğunluğuna da hakim olan bir cumhurbaşkanının her istediğini yapabileceğini öngörüyor, denetimsizliğin yozlaştırıcı bir etkisi olabileceğinden kuşkulanıyoruz. Bugünün dünyasında Türkiye ölçeğinde ve karmaşıklığında bir ülkenin tek merkezli bir sistemle yönetilemeyeceğinin, buradan doğru kararlar çıkmama ihtimalinin daha fazla olduğunu da görüyoruz.
Ancak bütün bu kaygılar henüz teknik düzlemde ifadesini buluyor. Oysa cumhurbaşkanlığı sistemi siyasete çok farklı bir boyut da getirmekte… Düşünün ki tek bir kişiyi tüm korkuları, hayalleri ve arayışları ile birlikte devletin başına getiriyoruz. Bu kişinin ideolojisi, anlam dünyası ve zihniyeti bir anda ülkenin gidişatı açısından hayati bir unsura dönüşüyor. Eğer cumhurbaşkanlığı adaylarını bütün bu yönleriyle tanıyabilirsek pek de sorun yok… Ama zaten cemaatçi bir toplumsanız, adayların karşılıklı ithamlarıyla ilerleyen düzeysiz bir siyasi kültürünüz varsa ve medyanız da tetikçi kıvamındaysa, gerçek bir tartışma yapılması mümkün olmuyor. Böylece siyaset karşılıklı gizli nefrete dayanan bir kimlik çekişmesi olarak yaşanıyor.
***
Parlamenter sistemde bu daha taşınabilir bir durum, çünkü ne de olsa Meclis’in etkisi daha fazla. Oysa cumhurbaşkanlığı sisteminde söz konusu bilgisizlik hayati öneme sahip. Kimliği nedeniyle tercih edilen bir adayın öznel algı ve değerlendirmesi bir anda ‘devlet bakışı’ olarak tecelli ediyor. Sorun şu ki biz o kişiyi seçerken bu algı ve değerlendirmeleri tartışıp seçmiş değiliz… Bu nedenle cumhurbaşkanlığı sistemi ya Fransa gibi bize nazaran demokratik kültürü çok daha derinleşmiş toplumlara, ya da ABD gibi kurumsal yapısı çok daha köklü ve sağlam olan demokratik zeminlere muhtaç. Bizde bu ikisi de yok… O nedenle de cumhurbaşkanı olan kişinin yetenekleri, refleksleri ve tercihleri yanında anlam dünyası bizatihi siyasi bir unsura dönüşebiliyor.
Sırf örnek olsun diye Erdoğan’ın 25 Temmuz Meclis Grup Toplantısı’nda Almanya krizine değindiği birkaç cümleye bakalım…
“Ülkelerindeki kişilerle ilgili “Bu yargının işidir” diyen buna karşılık ülkemizde casusluk yaparken suç üstü yakalandığında işi krize dönüştüren kendileridir. (...) I. ve II. Dünya savaşlarında karşılıklı olarak tarihin en acımasız ve en kanlı katliamlarına imza atanlar kusura bakmasınlar bize insanlık dersi veremezler(…) Gezi olaylarına ümit bağladılar olmadı. FETÖ’ye ümit bağladılar olmadı. Bir ara DEAŞ’ı üzerimize saldılar(…) Türkiye’yi ambargo tehditleriyle korkutacağınızı sanıyorsanız büyük bir bedeli göze almanız gerekiyor. Bu milletin ve ülkenin arkasında Avrupa’nın her ülkesinden, dünyanın her yerinden insanların desteği ve ümidi vardır. Biz neyi temsil ettiğimizi çok iyi biliyoruz. “
***
Cumhurbaşkanı’nın yargıyı beklemeden ve istihbari bilgiye dayanarak ‘casusluktan’ ve ‘suç üstünden’ bahsetmesi iyi olmamış. Türkiye’nin mücadele ettiği bütün örgütleri Batı’nın uzantısı olarak tanımlaması da sıkıntılı, çünkü en azından Gülen hareketinin ve PKK’nın nasıl bu hale geldiğini biliyoruz. Nihayet kendi tarihimizden bihabermiş gibi başkalarını suçlamak da etkisiz bir retorik… Ancak bunlar zaten taktiksel söylemler.
Yeni olan unsur, Türkiye’nin Batı dünyası karşısına mağdurları, muhtemelen İslam alemini temsil eden bir güç olarak konması ve Türkiye’nin bunu kullanarak Batıya bedel ödetmeye hazır olduğu mesajı… Önümüzdeki dönemde Türkiye’nin pozisyonu bu olacak gibi. Cumhurbaşkanlığı seçimi sırasında gündeme gelmeyen ve sonuçları son derece radikal olabilecek bir küresel strateji, bugün kendiliğinden, Cumhurbaşkanı’nın anlam dünyası içinde kelimelere dökülüp ‘devlet duruşu’ haline gelmeye aday…