Yargı siyasetin neresinde?
Enis Berberoğlu’nun tüm duruşmalara katılmasına rağmen tutuklanması, hukukun siyasetten kopamayacak hale geldiği tespitini perçinledi. Kılıçdaroğlu bu gelişmeyi bir uzun yürüyüşle siyasete tahvil etmek isterken, Bahçeli de “ya diğer uçtan da yürüyenler olursa” diye tehditler savurdu. Öte yandan bu dava zaten siyasetin içine “gömülmüş” durumdaydı…
***
Meselenin bir yönü TIR’ların durdurulması olayının kendisiyle değil haberiyle ilintili bir davadan söz etmemiz ve bu haberi daha önce yapan bir yayın organına dava açılmamış olması. Dolayısıyla yargının gözlerinin “kapalı” olmadığı, tercih yaptığı iddiasına katkı sunuyor. İkincisi Can Dündar’ın kitabındaki “solcu gazeteci” ibaresi ile Berberoğlu’nun bazı Gülen yanlısı kişilerle irtibatta olduğu verisinin birleştirilmesinin delil sayılması. Oysa o dönemde Gülencilerle irtibatlı çok sayıda solcu gazeteci bulunuyordu ve Dündar’a malzemeyi veren kişinin Berberoğlu olduğunu kesinlikle söyleyemiyoruz. Üçüncü olarak, söz konusu malzemenin gazetede kullanılmasının Berberoğlu’na yönelik bir suç teşkil etmesi de tartışmalı bir öğe. Çünkü bu zaten ortalıkta dolaşan bir malzeme ve suçu yaratan dolaşımı değil, yayımlanması.
Ama meselenin bir diğer yönü var: Bu yayının arka planı, hazırlanışı ve sunuluşu ile devlet sırrını ifşa etmeye ve hükümeti bilinçli ve manipülatif şekilde yıpratmaya yönelik olduğu açık. Yani yaşananların siyasi bir hedef güdülerek, iktidarı zora düşürmek, belki nihai olarak devirmek üzere kotarıldığını reddetmek mümkün değil.
Dolayısıyla her yönüyle siyasetle iç içe bir dava bu… Ancak bu durum yargının ve siyasetin sorumluluğunu azaltmıyor ve o cenahta her eksik veya hata, yargının “siyasallaştığı” ve bu nedenle meşruiyetinin azaldığı tezine malzeme sağlıyor.
Bu bağlamda ele alındığında, “hakimler kararlarında bağımsızdır” diyen Anayasa’nın 138. Maddesi “boşlukta” asılı kalmış bir tanımlama… Çünkü o madde hakimlerle ilgili objektif bir tespiti yansıtmıyor. Normatif olarak nasıl davranmaları gerektiğini ve başkalarının onların bu davranışı üzerinde etkili olmaması koşulunu vurguluyor. Ne var ki Anayasa “böyle olmalı” deyince gerçeklik o hale gelmiyor… Türkiye’de yargının zaten ezelden bu yana yapısal sorunları var ve siyasetin daraldığı her ortamda bu sorunlar daha da kemikleşerek adalet sistemini yozlaştırıyor. Çünkü siyaset alanının daralması yargıçların özerk davranma imkanını ellerinden alıyor. Hele yürütmenin doğrudan yargı sistemi üzerinde etkili olduğu bir yapıda, yargıçların siyasi davranmamaları çok zorlaşıyor.
İş savcılara geldiğinde ise hükümetin sorumluluğunu göz ardı etmek imkansız. Savcılık hükümet adına devletin çıkarlarını kollayan bir müessese... Diğer deyişle neyi nasıl kollayacaklarının ilke ve kıstaslarını yürütme erkinden alıyor. Nitekim birçok demokratik ülkede Adalet Bakanı bizzat başsavcı olarak işlev görüyor. Ancak bizdeki savcıların yazdığı bazı iddianamelere baktığınızda bu sorumluluğun ne kadar farkında oldukları konusunda kuşku duymamak mümkün değil. Diğer taraftan hükümetin bu iddianamelere seyirci kalması da açıklanmaya muhtaç.
***
Ülke yönetimi bir sorumluluk alanı olduğuna göre, hükümet savcıların “yükünü” taşımak durumunda kalacaktır. Yazılan iddianamelerin yürütme tarafından sorunsuz bulunması, hükümetin savcıları zımnen bu yönde teşvik ettiği izlenimi verir. Bu ise asıl meselenin adalet değil, siyasi alanın yargı üzerinden daraltılması olduğu iddiasını güçlendirir.
Bu tablo hükümete puan kazandırmadığı gibi AK Parti’yi de yıpratıyor. Akılda tutmak gerek… Devralınan sistemin bozuk olmasını, o bozukluktan yararlanmak üzere sistemi sürdürmenin gerekçesi olarak sunduğumuzda kendi meşruiyetimize zarar veririz…