Ve… Erol Olçok
Kendisini çok da iyi tanımazdım. Belki tanıma kelimesini kullanmam bile doğru değil… Hasbelkader Başbakan Başdanışmanı olduğum dört ay zarfında üç beş kez birlikte olmuşuzdur. O da kısa sürelerle, genellikle bir uçakta, ya da bir yabancı kentin sokaklarında. Ailesini ise hiç tanımadım. Ölüm haberini alana kadar bir oğlu olduğunu bile bilmiyordum. Kısa beraberlikler zaten her zaman etrafta arkadaşların da olduğu ortamlarda gerçekleşti ve aile detaylarına hiç girilmedi.
Erol’u ve Abdullah’ı 15 Temmuz gecesi kaybettik. Daha birçokları gibi darbeyi sokakta karşıladılar ve üniforma kisveli vicdansızlar tarafından katledildiler. Ardından yazı yazacak kadar yakın değildim ama ölüm haberini ilk aldığım anda onun için bir şeyler yazma arzusu duydum. Bekledim… İlk yazıların onun yakınları, sevenleri, tanıyanları tarafından yazılması daha doğruydu.
Bense onun ne yakınıydım, ne de tanıyanı… Aslında bir süre önce biri çıkıp ‘sevdiğin insanları say’ dese Erol’un adının aklıma geleceğini sanmıyorum. Çünkü sonuçta sadece birkaç kez gördüğüm ve bir daha ne zaman göreceğim, hatta görüp görmeyeceğim bile belli olmayan biriydi. Kısa ve kesikli, ne de olsa bir miktar formel ilişkimizin karşılıklı olarak derinlikli bir duygu üretmesi pek beklenilmezdi.
***
İyi de, o zaman ölüm haberinin bende yazı yazma isteği uyandırmasının nedeni neydi? Bu sorunun üzerinde çok da düşünmedim. Çünkü sorduğum anda cevabını biliyordum. Erol sevmekten kendinizi alamadığınız, etrafta olduğunda içinizin yumuşadığı, sizi çocukluğunuza taşıyan insanlardan biriydi. İlk gördüğü andan itibaren beni bir şekilde seçti. Bütün yolculuklarda birden yanı başımda biter, insanı utandıran methiyeleri herkes duysun kabilinden yüksek sesle yapar, beni garip ve sıkıntılı bir duruma sokardı. Bunu yaparken kimsenin de yüzüne bakmaz, uluorta boşluğa konuşurdu.
İlk şaşkınlığı atlattıktan sonra bunun Erol’un kendisini rahatlatmak için kullandığı bir taktik olduğunu fark ettim. Yaptığı işi severek, isteyerek, bilerek yapan biri olduğu açıktı. Öte yandan reddedemeyeceği bir görevi yıllardır taşıyan ve artık bunun üzerine düşünmek istemeyen bir hali vardı. Yaptığı her şeyin, ne denli önemli görülürse görülsün, iç dünyasında biraz uyduruk, biraz saçma, biraz gülünç olduğunu düşündüğünü hemen anlıyordunuz. Dahası Erol bunu sizin anlamanızı istiyordu… Göz göze geldiğimizde bunu bakışlarıyla söyleyen, böylece kendisinin güruhun dışında olduğu mesajını veren müstehzi bir ifade takınırdı.
***
Ancak bu bakıştan rahatsız olmaz, aksine daha yakın olma arzusu duyardınız. Erol gözünüzü ayıramayacağınız sıcaklıkta biriydi. ‘Acaba şimdi ne muziplik yapacak’ diye beklediğiniz, kabına sığmayan biri… Kendi anlattığına göre yıllar önce emekli olup taşranın bir yerinde, kahvelerden birinde otururken Erdoğan oraya gelmiş, ‘sen ne yapıyorsun burada, gel işimiz var’ demiş… Geliş o geliş olmuş. Belki de kabına sığamadığı için düşünmeden kabul etmiş ve muhtemelen birçok kişiyi de yaşamı boyunca kendi kabından çıkarmıştı…
***
Tabiri caizse Erol ‘onda tüy var’ dedirten biriydi... Bende ne kadar anekdot olabilir ki? Ama bir tanesi kendi anlatımıyla zihnimde… Erol durup dururken davudi bir sesle ‘paralelci bunlar!’ diye bağırmaktan hoşlanır, çevresindekileri tiye alırdı. Günlerden bir gün yabancı bir misyonun Erdoğan’ı ziyaretinde Erol biraz arkada kalmış ve heyet binanın kapısından girerken yine aynı ses tonuyla öne doğru ‘paralelci bunlar’ diye bağırmış… Erdoğan da yanındakilere eğilip “Erol dışarıda kaldı anlaşılan, onu içeri alın” demiş…
Evet, Erol’da ‘tüy’ vardı… Allah rahmet eylesin…