Türkiye bu kabuğu kırabilecek mi?

Bir ekonomik aktör olarak Türkiye’yi ele alan saygın çalışmalar bir yandan risk ve belirsizliklerden söz etse de, bu ülkenin potansiyellerine vurgu yapıyor ve önümüzdeki on yılın ne denli kritik olduğunun altını çiziyor. Bunun anlamı, eğer elimizdeki imkanı doğru kullanırsak bugünle mukayese edilemeyecek bir iktisadi güç olacağımızdır. Söz konusu sonuca ancak demokratik bir sıçrama ile birlikte gidilebileceğini hesaba katarsak, bu başarının aynı zamanda bir siyasi güç, bir ‘büyük oyuncu’ olmak anlamına geleceğini takdir edebiliriz.

Bu hedefe ulaşmanın yolu rasyonel davranmaktan ve bunun bedelini ödemeye hazır olmaktan geçiyor. Rasyonellik istenilen sonuca ulaşmak üzere eldeki kaynakları etkin kullanmayı ima ediyor. ‘Bedel ödeme’ ise yaşanacak yapısal dönüşümün gerektirdiği insan, organizasyon ve çıkar ilişkileri değişimini yapmayı gerektiriyor. Bundan sonrası ekonomik aklın kullanılmasından ibaret...

Ne var ki Türkiye bu hususta bir türlü rayına oturmuş görüntüsü vermiyor. Ekonomi bir bütün olarak ideolojik yorumlanmaya açık bir alan. Ancak içinde yaşamakta olduğunuz küresel ekonominin dışına çıkmayacaksanız, bazı ideolojilerin size doğru kararlar aldırmayacağını bilmekte yarar var. Küresellik karşıtı bir ideoloji kazancınızı nasıl harcayacağınız konusunda işlevsel olabilir. Ama size para kazandırmada hiçbir işe yaramaz…

***

Önümüzdeki mesele basit: Olabildiğince hızlı şekilde ve istikrarlı bir çizgi üzerinde büyümek istiyoruz. Bunun için demokratik ve hukuksal zeminin ne denli kritik olduğu açık. Ama şu an için onu bir tarafa koyalım. Varsayalım ki demokrasi ve hukuk ancak ikincil derecede önemli ve bu unsurlar büyümenin önünde engel teşkil etmiyor. Yani Türkiye’de yatırım konusu tamamen bir ekonomik istikrar, ekonomik öngörülebilirlik ve ekonomik kazanç meselesi.

Eğer durum buysa yapılması gereken yatırımcıya cazip gelecek bir ortam üretmektir. Bunu teşviklerle yapmak mümkün ama ilkesel perspektifi zayıf ve üstelik süreklilik kazanabilecek bir teşvik sisteminin nihayette kaynak dağılımını bozup rasyonel kararları engelleyerek ekonomiyi yozlaştırma ihtimali büyük. Buna karşılık ekonomiyi canlı tutmayı sürdüren bir düşük enflasyon/faiz, yüksek büyüme ikilisi ideal bir ‘davet’ olacaktır. Nitekim hükümet yetkilileri de her fırsatta bunu bir hedef olarak göstermeye devam ediyorlar.

Ancak hem enflasyon ve faizi kalıcı bir biçimde düşük hem de büyümeyi yüksek seviyelerde tutmak, küresel ekonomik sisteme entegre olma yeteneği ile bağlantılı. Bunun geçici veya dalgalı bir ilişki olmaması, sermayenin doğal bir akışkanlık içinde Türkiye’ye yönelebilmesi lazım. Çünkü Türkiye’de tasarruf oranı daha uzun süre sürekli ve hızlı büyüyen bir ekonomiyi ayakta tutacak seviyede olmayacak. Diğer bir deyişle Türkiye daha uzun süre küresel sermaye girdisine muhtaç. Bu ise sermaye piyasasının derinleşmesini gerektirecek…

***

Türkiye bunu nasıl yaratabilir? Kendimizi daha iyi anlatarak, propaganda yaparak mı? Bu yönde hiç umut yok… Çünkü piyasa aktörleri bizim durumumuzu bizden çok daha iyi biliyorlar. Belki şu soruyu sormamız lazım: Ne yaparsak Batısı, Doğusu ve yerlisi ile küresel sermayede Türkiye’ye ilişkin uzun vadeli bir güven ve istikrar algısı yaratabilir, bunun güvencesini verebiliriz?

Cevap bir kez daha demokratikleşme ve hukuka işaret ediyor… Ne kadar yok saysak da dönüp dolaşıp yapısal dönüşüm gereğinin eşiğine geliyoruz. Yapılması gereken belli… Soru ‘maliyeti’ ödemek isteyip istemediğimizde… Geçmişten kalan rant ve devlet endeksli ekonomik yapıyı, işleyişi ve zihniyeti arkamızda bırakmaya hazır olup olmadığımızda.

YORUMLAR (18)
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
18 Yorum