Tarih ve cehalet
Acaba niye tarih kitaplarımız esas olarak savaşları, fetihçi sultanları, alınan toprakları ve yapılan anlaşmaları anlatır da, barış dönemlerini derinliğine kavramaya çalışmaz?
Bunun anlaşılır bir nedeni olduğu söylenebilir. Bir açıdan dünya tarihi aslında savaşların tarihi… Çünkü savaşlar çok kısa bir zaman aralığı içinde toplumların hayat standartlarını, biçimlerini ve siyasi yapılarını değiştirebiliyor. Bazen bu değişim çok radikal bir biçimde yaşanıyor. Dolayısıyla söz konusu travmatik olaylar arasında geçen zamanın bir tür ‘dinlenme’ olduğu, giderek o aralıklarda anlamlı bir değişimin olmadığı duygusuna kapılmak işten değil. Savaşların böylece tarih anlatısına egemen olması askeri tarihi öne çıkarmakla kalmıyor, askeri şahsiyetleri de doğal olarak önemli kılıyor. Öyle ki herhangi bir kavmin, toplumun veya ülkenin tarihinin sırf askerlerin karar ve eylemleri çerçevesinde resmedilmesi mümkün.
***
Diğer taraftan geniş bir perspektif içine oturtulduğunda, tarih o savaşları aşan büyük zihniyet ve kültür dalgaları üzerinden yaşanıyor. Savaşlar fiziksel koşul ve ilişkileri yeniden tanımlasa da, toplumsal inşa ve uyum faaliyeti yerleşik zihni kabullerden besleniyor, hatta onların dışına çıkamıyor. Bu anlamda insanlığın tarihi muhakkak ki barış zamanlarında ne yaptığımız ve ne yapamadığımızla doğrudan bağlantılı.
Şurası açık ki savaşarak, toprak alıp vererek, etrafı haraca bağlayarak medeniyet kurmanız mümkün değil. Bunlar zaten var olan medeniyetinizin içinde anlam ve işlev kazanan olgular. O halde tarihimize savaşlardan, savaşçı fetihlerden, kahramanlık hikayelerinden arındırarak bakmamız lazım. Aksi halde bugünün medeniyetini oluşturmak ve geliştirmek için elimizde geçmişten öğreneceğimiz bir materyal kalmaz.
Ne var ki bu ülkede tarih eğitimi Cumhuriyet’le birlikte devletleştirilmiş ve ‘millileştirilmiş’ bir anlatı etrafında tasarlanıyor. Devletleştirme tarihin ancak devlet eliyle veya devletin katı içerik denetimi altında inşa edilebileceğini söylüyor. Millileştirme ise tarihin milli çıkarları koruyacak şekilde tek bir anlatıya indirgenmesini ifade ediyor. Böylece tarih disiplininin en temel özelliği ihlal edilmiş oluyor. Karmaşık ve çok katmanlı bir geçmiş ‘resmi bir süzgeçten’ geçirilerek yeniden formüle ediliyor ve yaşanmış gerçekliğin tümü olduğu iddia edilerek öğrencilerin üzerine boca ediliyor.
Öğrenim hayatı sanki tarihi sistematik olarak yanlış, yanlı ve çarpık biçimde öğretmek üzere tasarlanıyor. Geçmişe ait kullandığımız her bilgi ve belgenin kaçınılmaz olarak öznel olduğu, o dönemi yaşayan kişilerin niyet, arzu ve hırslarını yansıttığı es geçiliyor. İşimize gelen bilgiler ‘nesnelleştiriliyor’ ve gerçekliğin sorgulanamaz yapı taşlarına dönüştürülüyor. Tarihsel verilerin ancak öznelliğin farkında olan bir çaba ile tarihsel olgular haline gelebileceği idrak edilmiyor.
***
Tarihe bu yaklaşım kültürümüz, medeniyetimiz ve zihniyetimizle doğrudan bağlantılı. Tarihe anlamak için değil, şu anki ideolojik pozisyonumuzu ve psikolojimizi güçlendirmek için yaklaşıyoruz. İşin vahimi tarih öğrenimini de bu anlayış üzerine yerleştirdiğimiz için, kendi cehaletimizi sonraki nesillere aktararak bizatihi cehaleti kültürümüzün parçası kılıyoruz. Tarihi ‘büyük’ adamların ‘yaptığını’ sanan, gerçeğin çoğulcu yapısından haberdar olmayan, basmakalıp hamasi ezberleri gerçek diye öğrenen bu kuşaklardan nesnellik, empati yeteneği ya da özgür düşünce ne kadar
beklenebilir?
Devletçi ve milli bir tarih anlatısına esir düşmüş bir toplum kendi meselelerini barışçı yöntemlerle çözmeye mi daha yakın olur, yoksa idam cezasının getirilmesine ya da kendisi gibi düşünmeyenlerin manen infaz edilmesine mi?