Şekerin millisi
Özelleştirme, Türkiye gibi ülkelerde rasyonel bir adım olarak değerlendirildi hep… Çünkü devlet elindeki kamu işletmelerini seçmen deposu olarak, yönetim katmanlarını ise ulufe alanı gibi kullanıyor ve rantabiliteyi hiçe sayan bir yönetim uyguluyordu. Öte yandan özelleştirilen kuruluşların sorumluluklarının iyi belirlenmesi ve denetime açık kılınması da hayati bir unsurdu, çünkü söz konusu işletmelerin ürettiği ürünler çoğunlukla devlet desteğine tabiydi ve bu destek ortadan kalktığında üretimin bir anda sıfırlanmaya doğru gitme ihtimali vardı. Nitekim et üretimindeki özelleştirmenin, Kürt meselesinin çözümsüze sürüklenmesiyle birlikte bugün fiyatları ne hale getirdiğini ve Türkiye’yi giderek nasıl dışa bağımlı kıldığını görüyoruz…
***
Bugünlerde özelleştirme konusu yeniden şeker fabrikaları ile gündemimizde. Halihazırda dünyada şeker tüketimi üretimin yüzde beş üzerinde ve fiyatlar artma eğiliminde. Dolayısıyla ithalata bağımlı hale gelmemek önemsenmesi gereken bir nokta…
Türkiye’de kamış üretimi mümkün değil. Şeker pancardan sağlanıyor ve yine sakaroz bazlı bir ürün elde ediliyor. Alternatif ise nişasta bazlı şekerler. Bu alanda üretimin en büyük kısmını mısır oluşturuyor. Buradaki sorunlardan biri, Türkiye’nin şeker ithalatına bağımlı hale gelmesi durumunda halen sadece yem sanayi için ithal edilen genetiği değiştirilmiş mısırdan elde edilecek ‘mısır şurubunun’ şeker yerine ithalinin önünün açılması. Şu an için Şeker Yasası’nda nişasta bazlı şeker kotası azami yüzde 10 ve uygulamada daha yeni 5’e indirildi. Ama üretim açığı ile birlikte kotanın serbest bırakılabileceğinden ve hatta şeker üretiminde yerli mısır kullanımının zorunlu olmaktan çıkabileceğinden korkuluyor.
Ancak mesele sadece genetiğiyle oynanmış mısır ürünlerine maruz kalmak değil. Ayşe Çavdar’ın Artıgerçek’te 6 Mart tarihli yazısı, söz konusu olayı daha temelden irdeliyor: “Pancar doğa dostu bir ürün değildir… Pancardan üretilen şeker sağlığa yararlı değildir. Bir kere pancar genetiği ile oynanmamış bir ürün değildir. Ama Cargill gibi şirketlerin kullandıkları mısırla karşılaştırılamaz bile… Pancar toprağı adeta sömürür. Bu yüzden de ancak dört yılda bir ekilebilir.”
Çavdar, bu kısıtlama nedeniyle çiftçilerin topraklarını dörde böldüklerini ve her yıl bir bölümüne pancar ektiklerini anlatıyor. Böylece devlet desteği olan pancar sayesinde çiftçi asgari nakit ihtiyacını garantiye almış oluyor. Buradan hareketle “şeker fabrikalarından vazgeçmek… çiftçiden vazgeçmektir” sonucuna varıyor. Nitekim “şeker pancarı üreticisi, yediğimiz içtiğimiz diğer şeyleri de üreten çiftçilerin tamamıdır” diye de noktalıyor.
Devletin 25 şeker fabrikasından 14’ünü özelleştirme kararını bu arka plan önünde okumak lazım. Ve tam bu noktada Çavdar tahrik edici bir de soru atıyor ortaya… Özelleştirme kararının Cargill’in bir raporuna dayandığını ve raporun aslında o fabrikaların ‘kapatılmasını’ tavsiye ettiğini zikrettikten sonra, “AKP ve Erdoğan’ın her bir oy tanesine su gibi, ekmek gibi ihtiyaç duyduğu” bir dönemde niye böyle bir adım attığını sorguluyor. Hükümetin “OHAL koşullarını bahane ederek çiftçilerin imza toplamasına bile göz yummayacak bir kesinlikle” davranmasının nedenini arıyor…
***
Spekülasyon ama ortaya attığı ve kesinlikle cevap hak eden merakı ise şu: Acaba Cargill ile Zarrab davası arasında bir ilişkinin varlığı mı bizi bu özelleştirme noktasına getirdi? Kendi kelimeleriyle “Sarraf ve Cargill, İran’a ilki hayali diğeri gerçek ihracat yaparken, İran’ın Halk Bankası’ndaki aynı hesabında tutulan parayı kullanıyor yani paylaşıyorlardı. Yani rakiplerdi… Cargill’in karı kendi hanesine yazılmayacak herhangi bir yolsuzluğu ya da usulsüzlüğü Türkiye’de çözemeyince ABD’ye götürmüş olması gayet mümkün.”
Acaba bu nedenle mi Cargill raporu bu kadar işlevsel hale geldi? Şeker özelleştirmelerinin ardında yerel çıkarın bulunmadığı açık olduğuna göre, acaba Cargill’in bilgisi dahilinde bir ‘milli’ çıkar mı söz konusu? Cevapları tabi ki hükümet biliyor…