Ortadoğu söylemimiz doğru mu?
Karmaşık bir ruh hali içindeyiz… Parçalanmış ve küçülmüş bir imparatorluğun mirasçıları olarak kendimizi yeterince kanıtlayamamış olduğumuz duygusu çok baskın. Batı’ya kendimizi gösterme, onlara bir biçimde diz çöktürme ihtiyacımız çok derin… İslam karşıtlığının arttığı bir dönemde, İslami duyarlılığı olan ve devleti yeniden inşa etme hayaline sahip bir iktidarın çekim cazibesi çok yüksek. Ve Ortadoğu gözümüzün önünde yeniden şekillenmek üzere… İç dünyamız çalkantılı, kontrolsüz ve sağduyudan uzaklaşabilecek bir hezeyana çok açık.
Öte yandan önümüzde tarihi açıdan çok kritik bir süreç var ve yürütülecek strateji tek atımlık bir kurşun. Bir biçimde büyükler aralarında anlaşıp kabul edilebilir bir ‘çözüm’ ürettiklerinde, uzun bir süre için bir daha ‘masa’ kurulmayabilir. Dolayısıyla Türkiye’nin ayağını sağlam basması, hem avantajlarını kazanca dönüştürmesi hem de dezavantajlarının yaratacağı kayıpları engelleyebilmesi gerek.
***
Yapılması gereken ‘iş’ ile bunu yapacak olanların ‘ruh hali’ arasında bir uyumun oluşmasına ihtiyaç var ve görünen o ki en sıkıntılı olduğumuz nokta da bu. Yapılacak iş rasyonel olmayı gerektiriyor. Ruh halimiz ise ayaklarımızın yerden ne kadar kolay kesilebildiğini ortaya koyuyor. Sorun şu ki rasyonel bir strateji uygularken ruh halimizi tatmin edecek bir söylem üretmek hiç kolay değil. Öte yandan eğer tabanın psikolojisini belirleyici kılarsanız, buradan rasyonel bir strateji çıkaramazsınız. Bu iki unsur birbirini etkiliyor ve tetikliyor… Karşımızda önemsenmesinde yarar olan bir tehlike var. Eğer iktidar rasyonelliği tercih etmez ve toplumu da bu yönde bilgilendirmez ise, sonuçta ortada somut kazanç olmaması bir yana, geleceğe uzanan bir ilave yenilgi hissi ile yaşamak zorunda kalabiliriz ve bu da geçmişten devralınan kavrukluğumuzu kemikleştirebilir.
O nedenle Ortadoğu’ya ilişkin söylemi saptarken iktidarın şu iki soruyu sorması lazım: Bir, kullanılan söylem Türkiye’nin avantajlarını kazanca dönüştürmeye hizmet ediyor mu? İki, süreçten kazançlı çıkılamadığı durumda halen kullanılan söylemin sonuçları ne olur?
***
İlk soruyu ele alırsak, Türkiye’nin sahada ve masada kazanç hanesini doldurabilmesinin basit bir koşulu var. ABD ve Rusya’dan en az birinin, tercihen her ikisinin de uygun gördüğü ve kendi lehlerine olarak yorumladıkları alternatifler üretmek ve bunlar üzerinde söz sahibi olabilmek. Ne var ki kullanılan söylemin bu hedef açısından uygun olduğunu söylemek zor. Sürekli ‘içeriye’ konuşmanın, el yükseltmenin ve yığınlara belirli hayaller aşılamanın dikkate alınması gereken bir maliyeti var. Dış dünya da bu söylemi takip ediyor… Yaratılan intiba başkalarını korkutmayı hedefleyen ve ne yapacağı, nerede duracağı belli olmayan, kısacası öngörülemeyen bir ülke imajına yakındır. Bu algı ülkenin meşruiyetini zedelemenin ötesinde, ‘ilk fırsatta yalnız bırakılacak bir partner’ olarak görülmemize neden olabilir.
***
İkinci soru daha kritik… Bu süreçten kazançlı çıkılmaz ve hele kayıplar ağır basarsa, sonuç basit bir hayal kırıklığının çok ötesinde olur. Yaşanacak yenilgi duygusu sert tepkilere, içe kapanma refleksine yol açabilir. Eğer suçu Batı’ya yükleme kolaycılığına sığınılırsa, giderek Doğu’ya oyuncak olma noktasına sürüklenilebilir ve daha da acı çekebiliriz. Zaman içinde bu deneyimin yeni bir yalnızlaşmaya dönüşmesi şaşırtıcı olmaz. Bu da komplocu yaklaşımı, yüzeysel tarih okumalarını, zihinsel sığlığı besleyip tahkim edebilir.
Türkiye birçok açıdan 20. yüzyılın ilk çeyreğindeki meselelerine geri dönmüş durumda. Umalım ki sonucu bu sefer de bir zihinsel ve toplumsal ‘fakirleşme’ olmasın…