Duygusal gazeteciliğin malum dünyası
Medyanın demokraside ‘dördüncü kuvvet’ olarak adlandırılmasının hikmeti yönetim ile toplum arasında bilgi akışını kolaylaştıran bir köprü olması. Olaylardan, yönetimin kararlarından, iktidarın iç yapısındaki gelişmelerden ve halkın algısından karşılıklı olarak haberdar olma hem yönetime hem topluma daha bilinçli tutum alma imkanı verir. Ne var ki bazı ülkelerde medya kendisini bir ‘bilgi’ değil ‘duygu’ köprüsü olarak işlevselleştirmeye daha yatkın olabiliyor. Bu durumda olguları keşfetmek için gazetecilik yapmaya gerek duyulmuyor. Aksine varlığına inanılan durumlar ‘olgusal’ hale getiriliyor.
***
Kötü niyetli Gülen gazeteciliği bunu AK Parti ile IŞİD arasında bağlantı üretmek üzere kullanmıştı. Şimdi de iyi niyetli ‘yandaş’ gazeteciliği bunun benzerini tüm karşıtlarımızı aynı kaba koyarak yapıyor. Gazetecilik Gülen, PKK ve IŞİD arasındaki olgusal bağlantıları tespit etmenin peşinde değil. Bu bağlantıların varlığından ‘emin’ olduğumuz için bu aktörlerin her yaptığını organize bir çabanın ürünü olarak sunuyoruz. Öte yandan bu önerme pratik açıdan o denli zorlama ki, ancak tepelerine bir ‘üst akıl’ oturtarak rahatlayabiliyoruz.
Gerçeğe dönersek, söz konusu üç örgütün gerçekten de birleşik bir amacın piyonları olduğuna dair elimizde delil yok. Ancak tabi ki tahmin edilebilecek ‘doğal’ ilişkilere sahipler. Hepsi de aynı coğrafyanın içindeler, konjonktürel olarak değişebilen ortak düşmanları var ve bazen menfaatleri de ortak olabiliyor. Ne var ki bunu kendimiz dahil bütün aktörler için söyleyebiliriz. Bugün her üçünün de Türkiye’nin karşısında yer alıyor olması aralarında hiçbir fark olmadığını göstermiyor. Dolayısıyla Türkiye’nin bu üçlüye karşı tek bir stratejiye sıkışması da gerekmiyor.
***
Düşmanlarımızı ‘bloklaştırma’ yaklaşımı, o düşmanı teke indirgediği ve terörle bütünleştirdiği ölçüde bizim elimizde de tek bir yöntem kalıyor: Silahlı mücadele. Bu bakış Türkiye’nin strateji üretme esnekliğini elinden alıyor. Oysa bunların farklı aktörler olduğunu kabullenerek bakarsak, aralarındaki muhtemel çıkar birlikteliğini bozabiliriz. Düşünün ki bu üç terör örgütünün her biri farklı ülkeler tarafından ve farklı öncelikler silsilesi içinde destekleniyor. Diğer bir deyişle, söz konusu ülkelere yönelik siyasetimizle de bu terör cephesini kırmamız, hatta birbirine düşürmemiz mümkün.
Ancak sanki medyamız bunu tercih etmiyor… Hepsi karşımızda birleşmiş olsun ve biz de tek başımıza onlarla mücadele edelim isteniyor. Üstelik bazı yazarlarımıza bakılırsa düşmanların böylesine tek bir cephede buluşması bizi daha da güçlendiriyormuş. Düşmanların bütünleşmesinin psikolojik etkisinden söz edeceksek, bunun direnç aşılayabileceği gibi yalnızlık, duygusallık, öfke ve son kertede yanlış davranma ihtimali ima ettiğini göz ardı edemeyiz. Ayrıca eğer birleşik bir terörist düşmanın varlığını kendi gücümüzü artıran bir unsur olarak görüyorsak, terörden niye şikayet ediyoruz ki?
***
Öte yandan bu örnek, gerçeklikten ideolojik olarak kopmuşsanız meseleye ‘kime yarıyor’ mantığıyla bakmanın sizi nereye sürükleyebileceğini de söylüyor. Şimdi biri kalksa “Madem terör sonuçta Türkiye’yi güçlendiriyor, demek ki terörizmin ‘üst aklı’ Türkiye… Nitekim zaten darbeyi de Erdoğan yaptırmıştı ve o sayede daha güçlendi” türünden saçmalasa ne deriz?
Ama ‘bizim’ medyanın yürüttüğü mantık aynen bu seviyede… Gerçek olguları anlamaya değil, ideolojik hayalleri ve duygusal ihtiyaçları tatmin eden ‘olgular’ üretmeye hevesli bir medya bu. Düşünme denen yetenekten kendi isteğiyle vazgeçerek, taraftar hezeyanında coşmayı gazetecilik sanan bir medya…