Bu kadar korkmak iyi değil
Bizim ülkemizde Kemalist gelenekten gelen askerler darbe yaptıklarında niye yönetimi sivillere bırakma konusunda titizlik göstermişlerdir dersiniz? Risk alıp kurumsal sorunlar yaşamamak ama daha önemlisi güçlü ve haklı olduklarını topluma kanıtlamak için… Çünkü darbe yapanlar başta kaldıkları sürece gerçek anlamda egemenlik sağlayamamışlar demektir. Gerçek iktidar, yönetmenin getireceği çeşitli sakınca ve kirlenmeye maruz kalmadan istediğini yönetime yaptırabilmektir. Bu açıdan bakıldığında güç kullanma ihtiyacı güçsüzlüğü ima eder.
***
Türk Silahlı Kuvvetleri bunu deneyimleyerek öğrendi. Yirmi küsur yıllık Kemalist tek parti yönetiminin halk karşısında güçsüzleştikçe baskı uygulamasının nasıl bir karşı tepki yarattığını ve iktidarın ‘karşı tarafın’ eline geçmesine neden olabildiğini gördüler. Dolayısıyla iktidarı sivillere bırakmayan bir darbenin askeri gayrı meşru konuma sürükleyeceğini biliyorlardı. Kemalist tek parti döneminde toplumun ideolojik açıdan iktidarın kontrolünden çıkmasını engellemek üzere Meclis tepeden seçilmiş insanlarla oluşturuldu, yargı tümüyle iktidarın cezalandırma aracına dönüştürüldü, üniversiteler ‘temizlendi’ ve susturuldu, iktidar partisi devletle iç içe hale getirildi ve basın üzerinde, gizlenmeye bile gerek duyulmayan bir sansür ve tehdit ablukası yaratıldı. Bunlar iktidarın güçsüzleşip ‘hastalandığının’ emareleriydi... Ancak toplumsal algı açısından belki de asıl önemlisi, iktidarın seçimleri kaybetme korkusu ile yaptıklarıydı. Her türlü engellemeler, seçmen üzerinde baskılar, iktidar lehine kullanılabilecek kurallar ve nihayet sandık güvenliğinin ortadan kalkması…
Toplum otoriter yönetimi çok da yadırgamamıştı, ama iktidardakilerin korkusunu gördüğünde kendisinin cesur davranma vaktinin geldiğine ilişkin zımni bir konsensüs doğdu.
AK Parti girdiği ilk seçimi kazandığında bunun sosyolojik bir ‘geri tepme’, tarihsel bir tepki olduğunu ve söz konusu iktidarın en az dört seçim daha süreceğini yazmıştım. Yani kabaca yeniden bir yirmi yıllık ‘tek parti’ dönemi… AK Parti’nin yaklaşımına ve kadrolarına baktığımızda bunun reformist, özgürlükçü ve demokratik bir yönetim olma ihtimalinin çok yüksek olduğu görülüyordu. Asıl önemlisi AK Parti’nin zaten böyle davranması halinde sorunsuz olarak en az yirmi yıl iktidarda olacağıydı. Demokratik usullerle iktidarını garantiye alabilen bir partinin baskıya başvurması delilik olurdu…
Ne var ki devran döndü, AK Parti o anlayıştan uzaklaştı ve o kadroları tasfiye etti. Erdoğan etrafında bir liderlik partisine dönüştürülürken, Kemalist devletle de koalisyon yaptı. Bu noktadan sonra aynen 1923 sonrasındaki gibi, kamusal alanın hızla daralmasına, Meclis’in kadük, yargının bağımlı hale gelmesine, sivil toplum ile medyanın baskı altına alınmasına tanık olduk.
‘Milli davalar’ nedeniyle halkın bunlara tepkisi fazla olmayabilirdi ama seçimde kaybetme korkusunun nasıl bir tepki üreteceğini bilemiyoruz. ‘İttifak Yasası’nın getirdiği, oy pusulasının teke indirgenmesi, sandık kurulu başkanlarının merkezi atama ile yapılması, sandık kurulu mührü taşımayan oy pusulaları ve zarflarının geçerli sayılması, seçmen talebiyle kolluk güçlerinin çağrılması gibi ‘yenilikler’ akla hiç de hoş hatıralar getirmiyor.
***
Cumhurbaşkanı adaylarının belirlenmesinde yirmi parlamenterin teklif hakkının kaldırılması da, AK Parti’nin bu meclisten tedirginliğini ortaya koyuyor. Aslında bu hakkı diğer parti milletvekillerinin kullanması halinde oylar bölüneceği için AK Parti adayının kazanması daha kolay olurdu. İkinci tura kalan adayın çekilmesini zorlaştırmak ise tabii ki CHP adayının istifa etmesini engellemeye yönelik.
Kısacası AK Parti muhafazakâr kesimden başka bir adayın önerilme, önerildiği takdirde ilk turu geçme ve ikinci olacak adayın da söz konusu muhafazakâr adayın yolunu açma ihtimalinden çekiniyor.
Bu arada da Aydın Doğan Hürriyet grubunu satıyor. Doğrusu bu kadar ‘tedbircilik’ hiç de iyi bir emare değil...