AK Partililerin draması
Bu ülkenin yakın siyasi tarihinde en olumlu sayfalardan biri AK Parti’nin ortaya çıkmasıdır. İdeolojik olarak devletçi merkezin dışında bırakılan talep ve tercihlerin merkeze akmasını ve onu yeniden tanımlamasını ifade eder. Ama ‘olumlu’ olmasını sağlayan özellik bunun ötesindedir…
***
İlk kez bir iktidar hareketi böylesine cemaatleşmiş bir toplumda rövanşist olmamış, laik ve dindar cemaatler arasındaki mesafeyi kısaltıp, sosyolojik geçişleri kolaylaştırmıştır. Buna teknik konularda rasyonel yönetimi, özgürlük alanlarının genişlemesini ve kimlik meselelerinde açılımcı yaklaşımı ekleyin. AK Parti’nin siyasi kimliği 2013’e kadar bu revizyonist duruşun uzantısıydı ve o nedenle de oyu yüzde elliye ulaştı. Eğer aynı çizgide devam edilseydi hiç kuşkunuz olmasın yüzde altmışa doğru da çıkardı…
Ne var ki 2013 sonrasında Erdoğan ile AK Parti’nin ortak aklı arasında bir mesafe oluşurken, güç de adım adım lidere doğru kaydı. 2015 başından itibaren ise artık her şeyi kendi kafasındaki doğrulara göre ve tek başına yapmak isteyen bir Erdoğan vardı. O noktadan sonra AK Parti’nin bütün olumlu niteliklerinden uzaklaşmaya başlaması, devletçi ve milliyetçi statükoya yanaşması ve ‘başkanlık’ uğruna MHP’nin desteğine muhtaç hale gelmesi şaşırtıcı olmadı…
Bugün dramatik bir dönemeçteyiz. Uzun yıllar tek başına ve yüksek halk desteğiyle ülkeyi yönetebilecek olan bir parti, kendi eliyle kendisini kazanamama ihtimalinin önüne getirmiş durumda ve kazanabilmenin bedeli olarak da özgün siyasi kimliğinden feragat etmeye hazır.
AK Partililer için soru bu sıkışık durumdan herhangi bir çıkışın mümkün olup olmadığı… Cevap aslında ilk on yılın içinde gizli. AK Parti’nin toplumun hem bir adım önünde, hem de bir adım gerisinde olabilmesi lazım. Değişimi taşıma, kritik momentlerde sorumluluk alma ve dirayet gösterme açısından toplumun önünde olup güven vermeli, özgüven aşılamalı. Öte yandan toplumun çeşitliliğine, dinamizmine, yaratıcılığına ve tercihlerine kapı açmalı. Bunun için gereken özgürlük ortamını sağlamalı. Topluma yaklaşımında samimiyet, açıklık ve tevazu sergilemeli.
İlk işlev liderlik kapasitesi gerektiriyor ve AK Parti’nin bu alanda eksiği hiç olmadı. Erdoğan ise bu alanda konsantrasyon güç ve iradesine sahip olduğu gibi, bunu halka yansıtabilecek yetenekte biri. İlk on yılında AK Parti’nin bazıları için şaşırtıcı özelliği, bu liderliğin etkisine rağmen partinin toplumun ‘takipçisi’ de olabilmesiydi. Halkın teveccühü bu iki özelliğin bütünleşmesi sayesinde büyümüştü… Bugün de AK Partililerin samimi arzusunu sorsak, muhtemelen Erdoğan lider olarak kalsın ama ‘doğru’ davransın diyeceklerdir.
Ne var ki siyasette ihtiraslar çarpışıyor ve daha keskin ve sebatkar olan kazanıyor. AK Parti içinde de Erdoğan ‘bu yolu yürüdüğü’ kendi arkadaşlarını siyasetin kenarına iterek tek başına yönetmek istediğinde karşısına direnç çıkmadı. Ve AK Parti kısa sürede bütün iç kurumsallaşmasını işlevsiz hale getirecek bir tek adam idaresine kaydı.
***
Şimdi soru bu dramatik geçişin nereye yöneldiğidir. Çünkü Erdoğan’ın her şeyi kendi bildiği üzere ve tek başına yönetme isteği, kaçınılmaz olarak liderliği zorunlu kılacak durumların yaratılmasını ya da toplumun tehditkar bir dönemden geçildiğine inandırılmasını gerektiriyor. İç ve dış siyasette kritik momentler sürekli kılınmaya, tehlikeler abartılarak kalıcı hale getirilmeye çalışılıyor. Ancak bu tutumun bariz bir sonucu var: Tüm kararlar için lidere müracaat ediliyor, başka kimse inisiyatif almak istemiyor, ortak akıl buharlaşıyor, yaranmacı davranışların getirisi artıyor, iktidar çevresinde oportünist bir kültür oluşuyor ve AK Partilik, kariyerizm ve militanlığın ötesine geçmeyen reisçiliğe rehin düşüyor.
Hastalığın teşhisinde de tedavisinde de AK Partililer açısından herhangi bir belirsizlik yaşanmıyor muhtemelen… Ama doğruları hayata geçirmek zor… Muhafazakar alemde itiraz kültürü zayıf. Yanlış kendi yolunda gidip tıkanana kadar doğruya geçiş pek mümkün olmayabiliyor.