Yaz beni beni!
Türkü hafızam “beni… beni”li bazı mısralar hatırlıyor. Fakat bunlar hep “vay”lı “of”lu türküler. Ah, of, vay, aman…Bunlarsız türkü olur mu? Olur olmasına da, nereye kadar?
Neler çeker gönül söylesem şikâyet olur!
Yazmakla ilgili türküler de var elbette. “Kâtip arzuhalim yaz yâre böyle…” Dert anlatmak, meram ifade etmek sözle olmaz hep. Büyük çoğunluk böyle yapar; insan konuşur. Konuşmak, sözle ifade, canlılar içinde insanın farkıdır. İnsan hayatı, anlama ve anlatma çabasından ibarettir; ister sözlü, ister sazlı (ve yazılı).
Bizimkisi kalemli, yani yazılı…
Bir asırdan fazla zamandır, sesi yazdığımız gibi; sûreti, şekli görüntüyü de yazıyoruz. Kayda geçirme çeşitlendi böylece…
Yazmak insanoğlunun temel ifade biçimlerinden. Ne zamandır yazıyoruz? En az beş bin yıldır… Denizler mürekkep, ormanlar kalem olsa bitmez miydi, bunca zamandır? Denizlerin tükenesi yok, ormanların da bitesi. Ya yazdıklarımız ne oldu?
Kimi kül oldu bitti, kimini sel aldı gitti, kimi toprağı karıştı. Molla Kasımlar dahi Yunus’un külliyatını tamamıyla yok edemedi.
İnsanlığın binlerce yıllık birikimi arşivlerde, kütüphanelerde korunabildiği kadarıyla duruyor. Korunabilenler dahi uçsuz bucaksız… On milyonlarca ciltlik kütüphaneler var yer yüzünde.
Yazmaktan kim usanır?
Her dem yenileriz, bizden kim usanası (Yunus).
Yazıyoruz, çiziyoruz. Kütüphaneleri dolduruyoruz. Şimdi kâğıt medeniyetinin üstüne bir de elektronik âlem ilave edildi. Bu âlem de âdeta uçsuz bucaksız. Zapturaptı güç, akışkan, değişken bir âlem…
Bizler yazılı kültürden geliyoruz, sonradan olma “sanal âlemci”yiz. Yazarak var oluyoruz, varlığımızı böylece beyan ediyoruz.
Şu içinde bulunduğumuz, yazmanın enikonu zorlaştığı zamanda, yine de yazıyoruz. Ne yazacağız? Türkiye iki asırdır, yönetim sistemi üzerinde kafa yoruyor. İdare tarzımızı değiştirme konusu her şeyimizi etkiledi. Meşveretten meşrutiyete, oradan cumhuriyete ve oradan demokrasiye ve başkanlığa kadar geldik.
Türkiye’de siyaset yirmi birinci yüzyılda keskin bir seyir takip etti. Rejimin elini kolunu bağladığı itilmiş, ötekileştirilmiş kesimler, bu bağları aşarak sistem kurucusu haline geldiler.
Güçlü, karizmatik bir lider ve muktedir bir yönetim var. Gazetecinin ekmeğini siyasetten çıkarması gittikçe zorlaşıyor. İktidarın gücü, muhalefetin ufuksuzluğu sözü karşılıksız bırakıyor. İki asırlık basın tarihimizin bu anlamda da sonuna gelmiş gibiyiz.
Basın tarihimizin edebiyat tarihimizle iç içeliğini hatırlarsak bugünkü gazete yazarlığının yavanlığı daha fazla dikkatimizi çeker. Şinasi’den, Namık Kemal’den başlıyarak hangi büyük edibimiz -istisnalar bir yana- basın tarihimizi süslemedi? Alın Ahmet Haşim’i, Yahya Kemal’i, Necip Fâzıl’ı. Büyük romancımız Tarık Buğra’nın doğumunun yüzüncü yılındayız. Hayatının önemli bölümü batılıların “kronik” dedikleri köşe yazarlığı ile geçti. İster geçim için diyelim, ister sözünü doğrudan söylemek için olsun okuyucunun karşısına çıktı.
Neden yazıyoruz?
Yazmasak olmaz mı?
Düşünmek yazmaya evrildiğinde harekete dönüşüyor. Hareket insan hayatının özüdür; insan yaptıklarıdır. İnsanın önce kendine itirazları, nefsine başkaldırması var. Bu hürriyete doğru bir hamle. Bunu başarabilenler, işte o isyan ahlâkı dairesine giriyor. Daha ötesi kendi benini aşıp sorumluluk hissiyle cemiyete, topluma çevrilmek, toplum için emek harcamak. İşin temelinde ise şuurlu veya farkında olmayarak sonsuzluğa yöneliş var.
“Kul olayım kalem tutan ellere” acaba “Nun vel kalem vema yesturun” âyet-i kerimesinin bir yorumu olabilir mi? “Nun! Kaleme ve yazdıklarına andolsun!”