İstersen bin var hacca...
“Kâbe imamı” olduğu söylenen Sudeysî nam zatla ilgili daha önce yazmıştık (Kâbe imamının arkasında namaz kılmak caiz mi? 20.9.2017). Milletin umresini, hatta haccını ifsad eden bu “imam”ın ifsadatı şiddeti artarak devam ediyor. Hâl böyle iken bu şartlarda haccın ve umrenin sıhhatini konuşan kimse çıkmıyor.
Tamam hac farz, İslâmın şartlarından… Fakat bu şartlarda, bu imamın arkasında namaz kılmak caiz mi? Bu hususta İslâm dünyasının ulemasının bir görüş hatta tavır ortaya koyması lâzım. Hiçbir ülkede bu yönde bir çalışma yoksa, Türkiye’de başlanması elzem.
Kendi fikrimi açıklayayım: Böyle bir imam Türkiye’de olsa ve ifsadatı böylesine zahir olsa idi, bu imam nerede namaz kıldırıyorsa, onun arkasında asla namaz kılmazdım!
Ne din âlimiyim ne de fakih, fakat bir Müslüman olarak doğru bildiğimin peşinde olma hakkım, hata mecburiyetim var. Bu akıl insana boşuna mı verildi? Muhakeme kabiliyetini harekete geçirmek, seçmek, tercih etmek elimde. Kimse bana “ille de bu imamın arkasında namaz kılacaksın” diyemez.
Türkiye’nin en büyük camiinde namaz kıldıran imamın arkasında ne kadar cemaat cem olabilir?
Azami on bin…
Hac zamanında yüzbinler Mescid-i Haram’da namaza duruyor… O zaman işin ciddiyeti daha da artıyor.
Kur’an-ı Kerim’i güzel okumak elbette önemli. Bu kadar mı? Anlamak da mühim, hatta daha da mühim. Kur’an bizim hayatımızı tanzim eden bir kitapsa, onun anlaşılması her şeyden önemli. Diyeceksiniz ki, adam Arap, Arapçayı da iyi biliyor, Kur’an’ı da anlıyordur elbette…
Bu adamın konuşmalarını dinledikten sonra şunu söyleyebilirim: Bu zat Kur’an’ı zerre miskal anlamıyor! Yahut da anlamak istemiyor! Bu adam bizi Kur’an’a, Hz. Peygamber’e davet etmiyor, zamanının bir devletlusunu aklamak için Kur’an’ı âlet ediyor. Bizi Kur’an’ın hakikatlerine çağıracağına devrinin bir prensine biate, en azından inanmaya davet ediyor.
Böylece ne yapmış oluyor?
Amerika’nın bütün İslâm dünyasını mutazarrır eden uygulamalarını hoş göstermek istiyor.
İsrail’le Suudilerin kirli ilişkilerini olağanlaştırmak istiyor.
Bu prensin talimatıyla işlenme şüphesi olan bir siyasî cinayeti temize çıkarmaya çalıyor.
“Diyanet bir anlamda siyasi bir kurum. Bu konulara giremez, Suud’la ilişkilerimiz bozulur” denilebilir. Buna da katılmıyorum. Bizim fert olarak şimdiki önceliğimiz Suud’la ilişkiler değil, bir ibadetimizin sıhhati. Suudla ilişkiler devlet işi, biz bundan sorumlu tutulamayız.
***
Peki Diyanet öyle, yani devlete bağlı bir kurum. Memlekette yüzden fazla ilahiyat fakültesi varmış. Bu fakültelerde binlerce tefsirci, kelamcı, hadisçi… öğretim üyesi var. Bunlar toplu değilse bile münferiden görüşlerini neden açıklamıyorlar?
Bizim sıradan Müslüman olarak çektiğimiz sancıyı neden onlar çekmiyorlar?
Bu nasıl bir vurdumduymazlık?
Hatta bunu yapmayıp öğrencilerini umreye teşvik ederek bedavadan bir Mekke Medine gezisini tercih edenler var.
Hac farz, düşünmek de!
Umreye veya hacca giderken gerçekten Kâbe’ye mi gidiyoruz? Mekke Mekke olmaktan çıkmış, bir Amerikan şehrine benzetilmiş. Kâbe dışında değişmeyen hiçbir şey yok. Kapitalizmin zincirleme otellerinin reklamları gözleri kamaştırıyor. Kabe’yi Haremin içine girmeden göremiyoruz, ama Zemzem Tower’ı bilmem kaç kilometre öteden görüyoruz. Tabiat yok edilmiş, dağ, vadi kalmamış. Bütün bunlar yapanlar Kabe imamlarının zihin genleriyle de oynamış olmasınlar?