Salgın kral mıral dinlemez
İngiltere veliaht prensi Charles, başbakanı Boris Johnson, Monako prensi II. Albert, siyasetçiler, Hollywood’un bazı yıldızları, ünlü futbolcular... Koronavirüs zengin fakir, ünlü ünsüz, güçlü güçsüz ayırdetmiyor; küçümsenemeyecek sayıda devlet adamı, sanatçı, futbolcu, hatta tıp doktoru bu korkunç düşmanın pençesine düştü. Ancak güçlüler ve ünlülerin kurtulma şansları, tedavilerine ihtimam gösterildiği için daha fazla...
Ne var ki ihtimam görmenin de her zaman çare olmadığını tarihteki örneklerinden biliyoruz. 1918 yılında başlayıp aşağı yukarı üç yıl devam eden İspanyol Gribi salgınında -bu salgın Amerika’da başlamış ve kamuoyuna ilk defa İspanya tarafından açıklandığı için İspanyol Gribi ismiyle literatüre geçmiş- İspanya Kralı XIII. Alfonso, büyük sosyolog ve ekonomist Max Weber, Sigmund Freud’un kızı Sophie gibi birçok önemli ve tanınmış şahsiyet hayatını kaybetmişti. Mustafa Kemal’in de Anadolu’ya geçmeden kısa bir süre önce bu hastalığa yakalandığı, fakat atlattığı söylenir. Ne kadar doğru, bilmiyorum.
* * *
Eski salgınların dünya nüfusunu zaman zaman tırpan gibi biçtiğini biliyoruz. Galiba kayıtlara geçmiş en eski veba salgını, Hititler döneminde Anadolu’da yaşandı. Bu bilgiye C. W. Ceram’ın Tanrıların Vatanı Anadolu isimli kitabında rastladım. M.Ö. 1300’lerde, Hitit tarihinin en önemli kralı olan Suppiluliuma’nın ölümünden hemen sonra tahta geçen oğlu III. Arnuvandas, krallığının ilk yılında başlayan veba salgınında ölüverir. Onun yerine kral olan II. Mursilis’in bu beladan kurtulmak için tanrılarına ettiği enteresan bir dua var. Ceram’ın insanlığın ilk edebî metinlerinden biri olarak gördüğü ve “insan ruhunu saran bir anlatım gücüne sahip” olduğunu söylediği bu uzun duadan bir bölümü sizinle paylaşmak istiyorum.
Ey Hatti’nin fırtına tanrısı, benim efendim,
Ve ey siz, benim efendim olan bütün tanrılar!
Doğrudur, İnsan günah işler.
Benim babam da günah işledi.
Hatti’nin fırtına tanrısının, benim efendimin sözünü dinlemedi.
Ama ben, ben hiç günah işlemedim.
Doğrudur,
Babanın günahı oğluna da geçer.
…….
Ve şimdi ben babamın günahını doğruladığıma göre,
Ey Hatti’nin fırtına tanrısı, ey benim sahibim,
Ve ey siz, benim sahibim olan bütün tanrılar!
Niyetleriniz artık değişsin!
Artık benim için de yeniden dostça şeyler düşünün!
Ve artık vebayı Hatti ülkesinden kovun!
* * *
Bizde, salgın hastalıklarda hayatını kaybetmiş önemli şahsiyetlerden kimler var diye hafızamı yokladım. Ciddi bir tarama yapılsa birçok isim bulunabilir, ama benim aklıma ilk anda üç isim geldi. İlki Hammamizade İsmail Dede Efendi... Hayatının sonlarına doğru ülkedeki hızlı değişmeden rahatsız olan bu büyük bestekâr, 1845 yılında, çoktan beri arzuladığı hac farizasını yerine getirmek üzere padişahtan izin alıp yola çıkmıştı. Yanında seçkin talebelerinden Dellâlzâde İsmail ve Mûtafzâde Mehmed Efendiler vardı. Hacca gitmeden kısa bir süre önce talebelerine “Artık bu oyunun tadı kalmadı” dediği rivayet edilir. Ahmet Hamdi Tanpınar’a göre, Dede bu sözüyle bir âlemin tükendiğini, bir zevkin, bir anlayışın, bir yaşama tarzının sona erdiğini ilan etmişti. Bu sebeple hac, onun için aynı zamanda bir kaçıştı.
Dede, hac farizasını yerine getirdikten sonra, o sırada Hicaz’da salgın olan koleraya yakalanarak Mina’da eskilerin tabiriyle “irtihâl-i dâr-ı beka” etti. Miladi takvim 29 Kasım 1846’yı, Hicrî takvim ise 10 Zilhicce 1263’ü, yani o yılın Kurban Bayramı’nın birinci gününü gösteriyordu. 10 Zilhicce, Dede’nin aynı zamanda doğum günüydü. Son bestesi, sözlerini Yunus Emre’den aldığı (Yürük değirmenler gibi dönerler) bir Şehnaz ilahidir.
Yahya Kemal, bir rubaisinde Dede Efendi’nin ölümünü şöyle anlatır: “Tâûna giriftâr olarak Mînâ’da/ Can verdi cehennem gibi bir hummâda/ Fani ise öz bestelerin hallâkı/ Doğmak yaşamak nâfiledir dünyâda”.
Tevfik Fikret’in annesi Hatice Refia Hanım da hac sırasında koleraya yakalanarak vefat edenlerdendir. 1879 yılında kızı Sıdıka’yı da alıp ağabeyi Hasan Nuri Bey’le birlikte hacca giden Refia Hanım geri dönemez. O yıl Hicaz’da çıkan büyük salgında önce Hasan Nuri Bey koleranın pençesine düşer ve Vadiü’l-Fatıma’da toprağa verilir. Refia Hanım’ın da Medine’ye bir günlük mesafede öldüğü ve çölde defnedildiği biliniyor. Fikret’in tek başına kalan kız kardeşi Sıdıka, İstanbul’a sürre emini tarafından getirilir.
Fikret, annesinin ölümünden duyduğu derin üzüntüyü sonraki yıllarda yazdığı birkaç şiirde anlatmıştır. Bunlardan biri olan “Hemşirem İçin”in hemen başında lakayt ellerin annesini kumlara gömdüğünü, o zamandan beri ne zaman hasretle ve çaresizce kıbleye yönelse onu önce bir devenin sırtındaki mahfede dalgın, sonra kumlarda perişan bir halde gördüğünü, mezar işaretinin belki bir diken, ziyaretçilerinin develer olduğunu, hatta belki bunların bile bulunmadığını söyler.
* * *
Hatırladığım üçüncü salgın kurbanı, ismini bugün edebiyat tarihçileri dışında çok az kimsenin bildiği, ama II. Meşrutiyet yıllarında meşhur bir şair, yazar ve edebiyat eleştirmeni olan Şahabeddin Süleyman’dır. Eşi İhsan Raif Hanım’la birlikte gittiği İsviçre’de, Davos-Platz kasabasında 1919 yılının başlarında İspanyol gribine yakalanarak ölür. Bu trajik ölümün teferruatını merak eden okuyucularım, Yakup Kadri’nin Gençlik ve Edebiyat Hatıraları’nda bu aziz dostunu anlattığı bölümü ve Mehmet Öklü’nün Kimseye Etmem Şikâyet (2013) isimli belgesel romanını okumalıdırlar.
Evet salgın hastalıklar ünlü ünsüz, güçlü güçsüz dinlemiyor. O halde yapılacak şey tedbiri elden bırakmamak, güzel günlere kavuşmamız için ellerinden geleni yapan yetkililerin ve uzmanların tavsiyelerine uymaktır.