Bezmârâ’dan Dolmabahçe’de 17. yüzyıl musikisi
Önceki gece, Dolmabahçe Sarayı Meşkhanesi’nde Bezmârâ Topluluğu’nun “Mecmua-i Ali Ufkî’den Saz ü Söz” isimli konseri vardı. Sadece bir kemençe virtüozu değil, aynı zamanda bestekâr, müzikolog, organolog ve luthier olan Fikret Karakaya tarafından 1996 yılında kurulan ve yönetilen topluluk, bu 19. yüzyıl yapısını 17. yüzyılın sesleriyle doldurdu. Konser sırasında yanımda oturan Mehmet Güntekin’e, “Keşke,” dedim, “bu konser Dolmabahçe’nin rokoko kalem işleriyle bezeli bu Avrupaî salonunda değil, Topkapı Sarayı’nda, kandil ve şamdanlarla aydınlatılmış loş bir mekânda verilseydi… Kendimizi herhalde tayy-i zaman etmiş gibi hissederdik!”
***
Klasik eserlerin, bestelendikleri dönemin sazları kullanılarak yine o dönemin teknik ve üslûbuyla icra edilmesine (historicaly informed performance) yönelik araştırma ve çalışmalar Avrupa’da elli-altmış yıl önce başlamıştı. Bizde bu icra tarzı için ilk harekete geçen ve 1996 yılında bir proje hazırlayarak Fransız Anadolu Araştırmaları Merkezi’ne sunan Fikret Karakaya oldu. O tarihte Enstitü’nün başkanı olan Stefanos Yerasimos ve Amerikalı müzikolog Walter Feldman’ın desteğiyle projesini hayata geçiren Fikret Bey, hiçbir müze veya koleksiyonda bulunmayan çeng, şehrud, Osmanlı saray kopuzu, metal telli kanun, armudî tanbur, yanaklı ud gibi, çoğu üç yüz yıldır kullanılmayan ve nasıl çalındıkların bilinmeyen sazların minyatürler ve yazılı kaynaklardaki bilgilerden hareketle yeniden üretilmesini sağladı. Bu sazların çoğunun modern bir hezarfen olan Fikret Bey tarafından bizzat imal edildiğini de kaydetmeyi gerekli görüyorum.
Proje kendilerine teklif götürülen sanatçılar tarafından da heyecanla benimsenince Bezmârâ Topluluğu doğmuş oldu. Fikret Bey, çeng çalma tekniğini ihya etmiş, Tanburî Birol Yayla kopuzu eline alır almaz çalmaya başlamış, Kemancı Kemal Caba kemançede pek zorlanmamış, Udî Osman Kışlıkçı şehrud ile hemen bütünleşmiş, Blokflütçü Turgay Başar son derece zor bir saz olan mistrali yenmeyi başarmış, Udî Akgün Çöl, yanaklı udu hiç yadırgamamış, bir süredir modern santur çalan Kanuni İhsan Özer eski kanunda hiç zorlanmamış, Kudümzen Kâmil Bilgin de eski usullere çabucak alışmıştı.
***
Fikret Karakaya’nın hem yönettiği hem çeng çaldığı Bezmârâ, dinleyici önüne ilk defa 16 Ocak 1998’de Fransız Sarayı’nda çıktı; daha sonra yurt içinde ve dışında birçok konser verdi. “Splendours of Topkapi” (Topkapı’nın İhtişamı) adlı ilk albümü Fransa’da yayımlandı. İkinci albüm “Yitik Sesin Peşinde” ismini taşıyordu. Bu albümde, Dimitri Kantemir tarafından notaya alınmış ve üç yüz yıldır hiç çalınmamış eserler yer almaktadır.
Kantemir’in Edvar’ından sonra Ali Ufkî Bey’in Mecmûa-i Sâz ü Söz isimli yazmasındaki 16. ve 17. yüzyıl besteleri üzerinde çalışmaya başlayan Bezmârâ, “Mecmûa’dan Saz ve Söz” adlı üçüncü albümünde Ali Ufkî’nin yazmasından alınmış 30’u aşkın sözlü ve sözsüz eseri seslendirdi. “Fasl-ı Kadim” isimli iki albümün ardından Walter Feldman’ın Osmanlı Saray Musikisi (Music of the Ottoman Court) başlıklı kitabı için aynı isimle bir albüm daha yapan Bezmârâ’nın III. Selim devri sazları olan sinekemanı, santur, tanbur ve neyin bir arada kullanıldığı “Tanburi İsak” albümü ise 2005 yılında Yunanistan’da yayımlandı. Daha sonra “17. Yüzyıl İstanbul’unda Musiki” ve “Enderun’da Bir Polonyalı” albümlerini çıkaran Bezmârâ’nın geçen yıl yayımlanan son albümü “Tarab-ı Kevser” ismini taşıyor.
“Tarab-ı Kevser”, 2016 yılı sonlarında bu köşede, “Kevserî Mecmuası Artık Efsane Değil” başlıklı yazımda sözünü ettiğim Kevserî Mecmuası’ndan seçilmiş on iki eserden oluşuyor. Bu albümle musikimizin 18. yüzyılına bir kapı açan Bezmârâ’nın Fransız Kültür Merkezi’nden gördüğü desteği Türkiye’de hiçbir kurumdan görmediğini kaydetmek zorundayım.
***
Mecmua-i Saz ü Söz’ün müellifi Ali Ufkî Bey (1610-1675), bilindiği gibi, Polonyalı (Leh) bir mühtedidir ve asıl ismi Albert Bobowski’dir. Bir savaşta Osmanlılara esir düşen ve kabiliyetleri fark edilerek Enderun’a alınıp yetiştirilen Bobowski’nin on yedi dil bildiği ve bu meziyeti sayesinde Divân-ı Hümâyun baştercümanlığında bulunduğu söylenmektedir. Orijinal yazma nüshaları Fransa’da Biblitheque Nationale ve İngiltere’de British Museum’da bulunan eserleri Türk tarihi, kültürü ve özellikle musiki tarihimiz açısından son derece önemli kaynaklardır.
Bu yazının başında sözünü ettiğim konserde, Ali Ufkî’nin Mecmua-i Saz ü Söz’ünden Uşşak, Acem, Neva ve Hüseyni makamlarında peşrevler, ilahiler, semailer ve varsağılar dinledik. Eski sazlar ve bu sazlardan taşıp Tanpınar’ın “tam klasik devrimiz” dediği 17. yüzyıldan haberler getiren nağmeler, Dolmabahçe’nin alafranga atmosferiyle pek uyuşmasa da, musiki, bir süre sonra saltanatını ilan edip kendi atmosferini yarattı. İki saat boyunca, Ali Ufkî’nin açtığı kapıdan Itrî’nin, Hâfız Post’un Nazîm’in ses dünyasında gezindik.
***
Son konser için Medhal Salonu’nun değil Meşkhane’nin tercih edilmesi isabetli bir karardır. Başkalarını bilmem ama, ben, konseri dinlerken bir ara Hacı Arif Bey’in bu salonda gezinmiş olabileceğini düşünerek heyecanlandım. Kim bilir, belki de ruhu o sırada bizimle birlikte Bezmârâ Topluluğu’nu dinliyordu.
Bu yazı, Şule Gürbüz’den söz edilmezse eksik kalacaktır. Dolmabahçe Sarayı’nda Saat Müzesi’ni kuran bir mekanik saat ustası, çok önemli bir hikâye yazarı ve gerçek bir entelektüel olan Şule Gürbüz, aynı zamanda derin bir musiki kültürüne sahip genç bir hanımdır ve Saray’da bir gelenek haline gelen konserlerin mimarı odur.