Var olmak gurbet mi sürgün mü?
John Milton, “Kayıp Cennet” (Çev. Enver Günsel, Pegasus, 2020) adlı şiir kitabına “İnsanoğlunun ilk itaatsizliği ve yasak ağacın/ Tadı ölümcül olan meyvesi dünyaya/ Ölüm ve acı, hepimize keder getirdi hep/ Cennet’in kaybıyla birlikte, büyük insan gelene kadar/ Anlat bakalım Gökkubbenin Perisi” dizeleriyle başlar. Âdem’in, Havva ile birlikte Allah’ın emrini çiğneyip Cennet’ten sürülmesini, dünya denen Cehenneme atılmasını, Albert Camus’nün deyişiyle “Düşüş”ü anlatmaktadır Milton. Roman kahramanının dediği gibi “Doruklara ve yüksek köprülere alışkın bir adamı bu hücrede [bu dünya denen Cehennem’de] düşünebiliyor musunuz?” İsmet Özel de bir şiirinde -Müslümanca ama- buna benzer bir şey söyler: “yaşamak” der “bizimçün dokunaklı bir şarkı değil ki./ Bu yürek gökle barışkın yaşamaya alışmış bir kere” (“Yıkılma Sakın”, Erbain, İklim, 1988, s. 62)
Milton devam eder:
“Cennette çok mutlu halde iken neden birden kötüleştiler
Neden günah işlediler, Yaradan’ın gözünden düştüler.
Kim ilk olarak onları böyle baştan çıkardı?
…
Onu Cennetten kovdu, tüm yanındaki
Asi Meleklerle birlikte gönderdi onu Tanrı
…
Tanrı o büyük gücüyle
Göklerden fırlatıp baş aşağı gönderdi, attı onu
Dipsiz kuyuda kayboldu, orada kalacaktı”
Dipsiz bir kuyu gibidir bu dünya! Sartre’ın “Bulantı”sı bundan galiba. Çünkü var olmak -doğmak mı demeli- bir bulantıdır ve bulantı sürekli bir eksik olma durumudur onda.
Bu kopuş, düşüşten mi nedir, dünya bir gurbettir insan için, burada yabandır, yabancıdır, iğreti durur, huzursuz…
Batılı ‘Baba’ya ondan öfkeli, Tanrı’ya küs, O’nu, kendisini dünyaya/ cehenneme süren, kendi olmaya engel bir ‘Otorite’ olarak görüyor. Freud’un babayla alıp vermediği de bundan olsa gerek. Bloom da modern şairi, Selef’e başkaldıran -Baba’ya demek daha doğru- Şeytan’a benzetmiyor muydu? Şairin kendi olmasını, Selef’e başkaldırmasına bağlamıyor muydu?
Elbette tasavvuf şairi de bu düşüş -hayır biz düşüş demiyoruz- o firak/ ayrılık ve kopuş nedeniyle bu dünyaya meyletmiyor hiç. Batılı yazar/ şair, var olmayı, bu dünyaya bir fırlatılma, absürd bir durum olarak görürken, Yunus ve Mevlana gibi mutasavvıf şairler, Sevgili’den, Bütün’den, aslî vatandan ayrılma olarak telakki eder. Tam da burada Mevlana’nın Mesnevi’sindeki;
“Bu neyi dinle, nasıl şikâyet ediyor?
Ayrılıklardan hikâyet ediyor
Ney der ki beni kamışlıktan kestikleri zamandan beri, nâlemden erkekler ve kadınlar inlemişlerdir
Ayrılıktan pâre pâre sine isterim, tâ ki iştiyak derdinin şerhini söyleyeyim”
dizelerini hatırlayın. Ney, bu dizelerde Birlik âleminden (Kamışlıktan, aslî vatanından, Bütün’den) kopan insanı simgeliyor. Milton da Camüs de ayrılık demiyordu, kovulma, düşüş, sürgün diyorlar. Kamışlık, ney’in asli vatanıdır. Burada Mesnevi’yi şerh eden İsmail Hakkı Bursevi’yi dinleyelim: Söz konusu dizelerin anlamını özetle şöyle veriyor: “İşit neyden nasıl şikâyet eyliyor -hayır şikâyeti kabul etmez- belki ayrılıkları hikâye ediyor ve asıl âleminden uzakta ve vatanından ayrı kaldığını aynı dertte olan gurbettekilere yanıp söylüyor.” (İsmail Hakkı Bursevi, Mesnevi Şerhi, İnsan Yay. 2017, s. 98) İslâm tasavvufuna göre var olmak, insanın bu ‘gurbet âlemi’ne düşmesi, Birlik mertebesinden, Bütün’den tedricen uzaklaşmasıdır. Ama döngü böyle belirsiz, dipsiz bir kuyu, absürd bir vakıa değildir. Behçet Necatigil bu döngüyü -bir tür halka nazariyesini- “Şiir Burçları” yazısında “gurbet, hasret ve hikmet” burçlarıyla açıklar. İnsan, tıpkı ney gibi önce Kamışlık’tan, asli vatanından kopar, gurbettedir. Gurbette olanın hüznünü, özlemini duyar. Sevgili’den ayrıdır çünkü. O hasretle inler, şikâyet değil! Burada Byung Chul Han’ı hatırladım “Palyatif Toplum Günümüzde Acı” adlı kitabında acıyı hayatından çıkaran modern insanı anlatmış ve “Acıya duyarlı olmayan insan derin mutluluğa kapısını kapatmıştır” diye yazmıştı.
Ve sonra hikmet burcuyla tekrar doğduğu yere, Selef’e -Sevgili’ye- döner; ama kendi olarak, Yunus’un deyişiyle “kendi özi” ile. Gölgenin Vücud-ı Mutlak’ına dönüşüdür bu! Adına vuslat demişler…