Tanpınar ve Ramazan
Çocuklar teravihin çiçeğidir. Namazda kıkırdarlar, koşarlar, oynarlar… İşte çocukların ramazanı bu; sevimli bir yumurcağın namazda gülmemek için kendini zor tutması, sonra bir anda boşalıp kahkahayı salıvermesi, aklına estiği gibi rükûya, secdeye varması, sahura kaldırılmak için yalvarıp yakarması, ya kaldırmazlarsa deyip sahura kadar uyumaması… Hepimiz bu çocukluğu yaşadık, namazda kıkırdadık, sağa sola bakındık. Cemaat arasında celâllenen de olurdu, bizi seven, yanağımızı okşayan da. Celâllenen asabî amca, bağırır kovardı çocukları camiden!.. Azarı işiten yumurcakların gözleri dolar, mahcubiyetle dışarı çıkarlardı…
Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez, geçen hafta bu celâlli amcaları uyarmış; ‘Camiye gelen çocuklar ister oynasın, ister koşuştursun. Onların hafızasında kötü iz bırakan müdahale kabul edilemez. Biz secdeye eğildiğinde çocuk sırtına bindiği için secdesini uzatan Peygamberin ümmetiyiz’ demiş. Ne güzel!..
***
Ah bu celâlli Müslüman amcalar!.. Kulaktan dolma birtakım bilgilerden gayrısına kat’â itibar etmeyenler, dindarlığı inzibat memurluğuyla karıştırıp hayatı ıskalayanlar… Mahur Beste’deki İsmail Mollâ’nın şu sözlerine kulak verin: ‘Yirmi senedir okudum. Otuz sene kadılıklarda, Fetvahanede çalıştım. Bir tek şey anladım: kitapla bu hayatın ayrılığı’ İşte bütün mesele; ‘bu memleketin hayatına karışmış’ bir din olduğunu kavramakta. Tanpınar’ın deyişiyle bu din; ‘ne medreseden, ne tekkeden, ne şeyhülislâmlık kapısından, ne kazasker konağından gelir, halkın hayatından doğmuştur’ Meselâ kandil çöreği! Kandilde evinize kandil çöreği götürün diye bir emir yok elbet. Herhâlde diğer Müslüman ülkelerde de bilinmez bu âdet. Ama bizde var!.. Ne güzel! Kandil akşamı, eve dönerken o mis gibi taze, susamlı kandil çöreklerinden alıp hane halkına, çocuklara, komşulara dağıtmak!.. Mutluluktan uçar çocuk, o kuru kandil simidi ne tatlı gelir bilir misiniz, kandili onunla idrak eder, unutmaz artık hayatı boyunca bu mübarek geceyi. O çörekle komşularınıza dahi bildirirsiniz ki bu gece kandildir.
Sonra mahyalar, camileri bir ışık seline boğan mahyalar!.. Düşünün, iki minare arasına asılmış ışıklı bir yazı; ‘Hoş geldin ya şehr-i ramazan’. Ramazan’ı bu mahyalar kadar güzel müjdeleyen bir sanat var mıdır? Osmanlı döneminde, gemi, top ve çiçek resimleri dahi yapılırmış mahyalarla… Ya ramazan mânileri. Dinde var mı? Yok... İşte ramazan, davulcuların söylediği şu mânilerde:
‘Yenicami direk ister
Söylemeğe yürek ister
Benim gözüm toktur ama
Arkadaşım börek ister’
Şimdi davulcular da çekildi sokaklardan, mâniler duyulmaz oldu… İyi mi? Oysa Tanpınar’ın dediği gibi bizim Müslümanlığımız, Hattat Hamdullah’ın yazısında, Itrî’nin Tekbir’inde, meçhul bir işçinin yaptığı mihrapta, ramazan sofralarında, kandil çöreklerinde, mezar taşlarındaki hikmetli şiirlerde, mânilerde, ortaoyunlarında, meddahlarda, karagözlerde…
***
Yine lâf uzadı… Ben asıl, Diyanet İşleri Başkanımızın o güzel uyarısından sonra Mahur Beste’de İsmail Mollâ’nın söylediği şu sözleri nakledecektim:
‘Bir gün Fetvahane’de konuşuyorduk. Arkadaşlardan biri: ‘Bu arabalı feraceli, fenerli ramazan gezintilerini kaldırsak, dedi, fısk u fücur menbaı oluyor, ramazanla ne alâkası var? Yok, dedim; ilişmeyin, ramazanın ta kendisidir. Hepsi birden itiraz ettiler. Ben sözümü bitirdim: Ramazan eğer halkın hayatına ait, eğer Müslümanlık halkın ise, bırakın istediği gibi onu geçirsin, ona kendi istediği şekli versin. Yok sizin ise, siz kendinizi bu memleketin dışında bir şey sayıyorsanız, ramazanınızı da, bayramınızı da alın gidin!’
Neredesin ey İsmail Mollâ!..