100 yıl önce 100 yıl sonra
Ümmet Nasıl Ayağa Kalkar?” başlıklı bir dizi konferansım oldu.
Kim ne derse desin “Ümmet” diye bir aidiyeti var Müslümanların. İster “Tarihi, kültürel bağlar” diye görün, ister BM’de destek aradığınızda varlığını önemsediğiniz bir aidiyet olarak bakın, ister “Gönül coğrafyası” ya da “stratejik derinlik” gibi umutlu değerlendirmelere yönelin, hatta ister Batı ile ilişkileri “stratejik hedef” olarak belirleyin, “İslam dünyası” diye bir vakıa ve onun manevi zemini olarak “Ümmet” diye bir olgu var.
Bu konferanslarım, Osmanlı’nın tarih oluşuna tanıklık eden 100 yılın muhasebesi ile başlar.
Paris’te yapılan Birinci Dünya Savaşı’nın sona erişi ile ilgili 100’üncü yıl törenlerini verirken BBC’nin koyduğu alt yazı ne oldu bakın:
“100th anniversary of dissected Ottoman Empire - Osmanlı imparatorluğunun parçalanışının 100’üncü yıl dönümü.”
Bu kadar açık, net.
Bizim dünyamıza format atıldı 100 yıl evvel.
Bu format, bizim kutlayacağımız bir format değildi. Aksine “Ne yapıldı bize, şimdi üzerinden 100 yıl geçtikten sonra ne haldeyiz, o formatı değiştirebildik mi, yer yüzünde kendi dünyamızın oyununu oynayabiliyor muyuz?” sorusunu sormamız gerekirdi.
Biz, İslam dünyasının en gelişmiş ülkesi Türkiye “Beka sorunu” gündemi ile yatıp kalkıyoruz. “Beka sorunu” nedir? Var olup olmama sorunudur. Acaba Osmanlı’nın son aydınlarının gündemi farklı mıydı? Zaman zaman “Osmanlı’nın yıkılışı devam mı ediyor?” gibi sorular da soruluyor.
Zaman zaman siyasetçilerimiz “Bölgede yeni bir Sykes-Picot mu?” diye soruyor ya... Sykes – Picot da, Birinci Dünya Savaşı öncesi İslam coğrafyasını dizayn etme projesi idi.
Zaman zaman Cumhurbaşkanı Erdoğan “Dünya 5’ten büyük” diyor ya, “İslam dünyasının neden BM Güvenlik Konseyi daimi üyeleri arasında bir temsilcisi yok?” isyanını seslendiriyor ya, o da Birinci Dünya Savaşı sonrasının İslam dünyasına ödettiği bedeli hâlâ geri çevirememiş olmamızla ilgilidir.
100 yılın muhasebesi evet.
***
Birinci Dünya Savaşı öncesinde de Osmanlı’da pek çok alanda tükeniş yaşanıyordu. Maalesef “Hasta Adam” olarak görülüyorduk ve mirasımızın nasıl paylaşılacağı üzerine masalar kuruluyordu.
Anlamalıyız ki, Birinci Dünya Savaşı’nın en büyük yıkımını İslam dünyası yaşadı.
Bugüne geldiğimizde 100 yıl öncenin yaraları sarıldı mı, neredeyiz, İslam dünyası İslam üzerinden insanlığa yönelik bir misyon taşıyorsa, bunu ifa edebilecek donanıma kavuştu mu?, sorularını sormak gerekiyor.
Sistemlerimiz, yönetim kadrolarımız, sınırlarımız, birbirimizle ilişkilerimiz, hem bilgi birikimi bakımından hem maddi hem manevi bakımdan insan sermayemiz dünyadaki meydan okumaya cevap verebilecek kıvamda mı?
Belli ki “İslam dünyası”nın adını koymak yetmiyor, içinin doldurulması lâzım.
Türkiye, Osmanlı’dan kalan mirasla da İslam dünyasının en gelişmiş ülkeleri arasında, ama orada da “Sistem sancısı”nı aşmak ve hukuk devletinin içini doldurmak için on yıllardır mücadele sürüyor, fay hatlarındaki kırılma riskini ortadan kaldırmak ve toplumsal barışı tahkim etmek için epey yol almamız gerekiyor, insan sermayesinin besleneceği eğitim hayatı pek çok emek istiyor vs...
Mazlum coğrafya İslam coğrafyası.
Sancılı coğrafya İslam coğrafyası.
Hukuk gibi, insan hakları gibi, adalet gibi temel insani standartların en çok tartışıldığı coğrafya İslam coğrafyası.
Bir yanda insani değerlerin zirvesini ihtiva eden İslam var, bir yanda İslam’la ilişkiyi İslam’ın istediği nitelikte kurumayan kitleler.
Mazlumiyet içinde erdemi anıtlaştırabilirdik, ama hukuksuzluk bizim coğrafyamızda sistem haline geliyorsa orada sorun çok derinde demektir.
100 yıl içinde emperyalistin emperyalistliği değişmedi. Bizim zaaflarımız giderilebilseydi dünya başka bir dünya olabilirdi. Buna kafa yormalıyız.