‘Y’ adındaki romanında erkeklerin olmadığı gelecekte bir erkek çocuğunu ve onu gizlice yetiştiren iki kadının hikâyesini anlatan Cem Akaş, kusursuz ütopya veya distopyaya inanmadığını söylüyor. Akaş “Dinamik bir toplumda her şey asla hesaplandığı gibi olmaz. Burada da öyle; kadın toplumunun karma toplumdan üstün sayabileceğimiz yönleri var ama belli ki bunun bir de bedeli var” diyor.
ERKUT TEZERDİ/[email protected]
Konusu günümüzden 150 yıl sonrasında geçen, Cem Akaş’ın yazdığı ‘Y’ romanında bir virüs Y kromozomunu ortadan kaldırdığından erkek nesli tükenmiş. Bu tükenme arifesinde ise kalan erkekler de katledilmiş, ardından dünyanın hakimi kadınlar olmuş. Savaş yok, refah her yerde, erkeklere dair her şey de yasak! Ancak günün birinde Arendi ile İliada adındaki kadınların evinin kapısına bir erkek çocuğu bırakılıyor. İki kadın, Constantine adını verdikleri bu çocuğu canları pahasına koruyor. Peki bu çocuk büyüdüğünde neler oluyor? Akaş’la ‘Y’yi konuştuk.
Arendi ile İliada, Constantine adını verdikleri çocuğu canları pahasına neden yaşatıyor?
Çok önemli bir soru. Her şey bu tercihle başlıyor çünkü. ‘1984’te Winston Smith neden durduk yerde günlük tutmaya başlıyordu? Aslında tam bilmiyoruz; bazı rastlantılar var, birikmiş bir şeyler var, sonra Winston bir de bakmış ki gizlice bir defter satın almış. O noktadan sonrası çorap söküğü gibi geliyor ama Winston çok uzun süre dönülmez bir yolda olduğunu tam kabul etmiyor ya da anlıyor ama kabul etmiyor. Arendi ve İliada için de sanırım öyle; çocuk sahibi olmayı düşünmemişler ama erkek kültürünün yok sayılması konusunda toplumun geneline kıyasla muhalif bir konum benimsemişler; sonra kapılarında bir erkek çocuk bulunca neredeyse içgüdüsel olarak onu korumak istiyorlar. Bu rastlantının sonucu da çorap söküğü. Kapıda buldukları bir kız çocuk olsa ona bakmayı üstlenirler miydi? Sanmıyorum. Başkaları için, özellikle de tanımadığımız insanlar için kendimizi neden tehlikeye atarız, neden veririz, fedakarlık yaparız? Her gün yolda onlarca köpek görüyoruz, bir gün bir tanesi sayesinde yüzümüz gülüyor, neden? Sözcüklere çok dökülemeyecek bir bağ kurulduğu için herhalde.
‘Y’ hem alışılmışın çok dışında bir konuya hem de üç farklı aktarıma sahip; çarpıcı ve finali etkileyici. Fakat anlattığınız öykünün aslında komik bir hikâye olabileceğini ama sizin dramatik bir anlatım üslubunu tercih ettiğinizi düşünüyorum. Neler söylersiniz?
İlginç bir saptama. Bunu sanırım ikinci bölümde, Constantine karakterinin başına gelmeyen kalmadığı için söylüyorsunuz. Gerçekten de komik bir çocuk hikâyesi olabilirdi, Pinokyo gibi örneğin. Belki Constantine’in soyadı da o yüzden Pinnock’tur, kim bilir. Aslında Pinokyo’nun hikâyesini ‘çocuk kitabı’ kalıplarının dışında düşünürseniz, ne kadar dramatik ve sarsıcı bir ‘kimliğini bulma’ hikâyesi olduğunu görürsünüz. Benim anlatmak istediğim hikâye de buydu.
Üç bölümden oluşan romanın ilk sayfaları bir ütopya anlattığınız izlenimi veriyor. Ancak ilerleyen süreçte bunun aslında bir distopya olduğunu anlıyoruz. Kurulan yeni düzende devletlerin güç kullanma şekilleri aynı. Çünkü farklı olan yine dışlanıyor, ötekileştiriliyor. Haksız mıyım?
Bir bakıma doğru. Ama aslında ne ütopya, ne de distopya. Bazı şeyler bugünkünden çok farklı, bazı şeyler aynı; bazı şeyler daha iyi, bazıları daha kötü; hangisinin daha önemli olduğu da nereden baktığınıza göre değişir. Kusursuz ütopyaya da distopyaya da inanmıyorum, statikleştirilmiş bir toplum olur bu, oysa dinamik bir toplumda her şey asla hesaplandığı gibi olmaz. Burada da öyle; kadın toplumunun karma toplumdan üstün sayabileceğimiz yönleri var ama belli ki bunun bir de bedeli var. İnsanlar en ufak farklılıkları birer ayrıştırma aracı olarak kullanabiliyor, bu erkeklere özgü bir şey değil sanırım.
Kitapta dediğiniz gibi “Küften penisilin yapmış bir uygarlık...” neden çöktü? Sebep yalnızca erkekler mi? Hâlbuki en kötüden bile bir yarar sağlayabiliyorduk.
Bunu sürekli sormak gerekiyor bence. Kıyamet tellalları her zaman oldu, şimdi de var ama bu sefer durum gerçekten ciddi görünüyor. Bunda erkeklerin asli sorumluluğunu inkar etmek mümkün değil. Bir yerde bir şeyi yanlış yapıyoruz hissi pek çok insanda var; bazıları için bu kadına yönelik sistematik şiddet ve baskı, bazıları için gelir dağılımındaki inanılmaz eşitsizlik, bazılarına göre iklim değişikliği konusunda gerekenlerin çoğunun yapılmaması, bazılarına göre din, bazılarına göreyse dinsizlik. Belki toplumlar için de termodinamiğin ikinci yasası geçerlidir. Entropi artma eğilimindedir; iyi olan için aktif olarak, sürekli bir biçimde uğraşmazsanız kötü hakim olur. Fakat bazen de her şey olacağına varıyor; dinozorlar bile yok oldu sonuçta.
KLASİK DİSTOPYA TOTALİTERLİĞİNDEN FARKLI
Romanınız konusu ile Margaret Atwood’un ‘Damızlık Kızın Öyküsü’nün konusu çok farklı ama atmosfer özellikleri bakımından her iki romanın büyük benzerlikleri olduğunu düşünüyorum. Bunun nedeni ise yaşanan baskının ortaya serilişi... Sizin değerlendirmeniz nedir?
Bu da ilginç bir karşılaştırma. Ben bu baskının yapısal değil tarihsel ve siyasal olduğunu düşünüyorum romanda; İliada gibi düşünen kadınların özgürlükçü bir güç haline gelebileceklerini düşünüyorum. Öte yandan tarih böyle çizgisel olarak ilerlemiyor hiçbir zaman; İliada’nın ‘artık zamanı geldi’ dediği açılımlar kolayca ters yüz edilebilir, hiçbir şeyin garantisi yok. Romanda ele alınan toplumda baskının alanı tanımlı bu arada, o alanın dışında aslında bugünkünden daha özgür ve özgürleştirici bir toplum yapısının kurulmuş olduğunu da söyleyemez miyiz? Klasik distopya totaliterliğinden farklı bir şey görüyoruz sanki. Dediğim gibi, daha gri bir alan söz konusu gibi geliyor bana.
Y / Cem Akaş
Can Yayınları
176 sayfa
16.50 TL