Nuri Bilge Ceylan ‘Ahlat Ağacı’ ile “Tek gerçek olamaz” önermesi üzerinden birçok görüşün çatışmasını 3 saat 8 dakikaya yayıyor. Eşsiz görüntülere odaklanan usta yönetmen metni de geri plana atmıyor. Entelektüel bireyin varoluş sorununu, taşra yaşamı ve baba-oğul çatışmasını merkezine alan filmde diyaloglar ve olaylar tikelden tümele uzanan minimalist bir üslupla beyazperdeye yansıyor.
ERKUT TEZERDİ/İSTANBUL
Uluslararası alanda birçok ödüle değer görülen Nuri Bilge Ceylan’ın sekizinci uzun metrajlı filmi ‘Ahlat Ağacı’ izleyicinin karşısına çıktı. 188 dakika süren yapımda usta yönetmen 1995’te çektiği kısa metrajlı film ‘Koza’dan beri ortaya koyduğu üslubunun üzerine ekliyor. İlk yapımlarında anlatısını her sahne bir fotoğraf karesi misali görüntüler üzerine inşa eden Ceylan ‘Kış Uykusu’ ile başlayan yoğun diyalog kullanımını ‘Ahlat Ağacı’yla devam ettiriyor. Ve yine izleyiciye gerçek hayattan bir kesit sunuyor. Bunu da gerçeğin en yalın hali, yani minimalist yönelişiyle gerçekleştiriyor. Ceylan bu açıdan bakıldığında basit ifadeyle sinemada kendine ait bir üslubu olan yönetmenlere denilen ‘Auteur’ olma yolundan taviz vermiyor. Sinemaseverler yapımın daha ilk dakikalarından itibaren bir Nuri Bilge Ceylan filmi izlediğini rahatlıkla biliyor: Gerek taşra hayatında geniş ve yakın plan doğal çekimler gerek göz alıcı renk kullanımı gerekse de abartıdan yoksun oyunculuk tamamen onu eseri.
Oyuncu kadrosunda Doğu Demirkol, Murat Cemcir, Bennu Yıldırımlar, Hazar Ergüçlü, Serkan Keskin, ve Tamer Levent’in yer aldığı ‘Ahlat Ağacı’ taşrada geçen bir öyküyü anlatıyor. Senaryo Nuri Bilge Ceylan, Ebru Ceylan, Akın Aksu’ya ait. Filmin ana karakteri ise yazar olma hayali kuran entelektüel genç Sinan. Sınıf öğretmenliğinden mezun olduktan sonra doğup büyüdüğü ilçenin yolunu tutan Sinan, ailesinin evine gidiyor. İlk kitabını yayımlatmak için sponsor ararken annesi, arkadaşları, çevresindekiler ve özellikle de at yarışı tutkunu olması nedeniyle borç batağına saplanan, eşini dostunu kendisine düşman eden babasıyla etkileşime giriyor. Ardından da taşrada entelektüel bireyin varoluş sorunuyla birlikte baba-oğul öyküsü başlıyor: Kuşaklar, beklentiler, çok farklı. Ancak “Anlattıkların, karşındakinin anladığı kadardır” doğrultusunda bir durum ortaya çıkıyor. Sinan’a göre herkes kendisinden aşağı konumda. O kuşkucu, yalnız, insanları hiç sevmiyor, adeta toplumda dışlanmış! Ne yaşadığı toplumun kültür seviyesine yakınlaşabiliyor ne de hayallerini gerçekleştirebiliyor. Ekonomik yaptırımın taşraya sıkıştırdığı bir genç olarak yaşamına devam ediyor.
‘Ahlat Ağacı’ görüntüler açısından ‘Bir Zamanlar Anadolu’daki gibi evet yine usta işi ama “Tek gerçek olamaz” önermesi üzerinden birçok görüşün çatışmasını tikelden tümele aktaran diyaloglarıyla açık ara Ceylan’ın en iyi filmi. İyi veya kötü, doğru ya da yanlış yok, sadece fikirler var. Filmin temel aldığı nokta işte bu!
Yapımda kitapçı sahnesinde; Marquez ile Kafka portresi arasında Serkan Keskin’in canlandırdığı yazar karakteriyle Sinan’ın çatışması hafızalara kazanıyor. Keza Sinan’ın iki imamla beraber köy yolundaki fikir alışverişi de öyle. Her kelime özenle seçilmiş, detaylar ulu orta serpiştirilmemiş. ‘Ahlat Ağacı’ için ayrıca sosyo-kültürel eleştirinin en yoğun yaşandığı Ceylan filmi de denilebilir: Değişim-dönüşüm değil, sonuçların birey üzerindeki sert etkisi anlatılıyor. “Hayatı dilediğin gibi yaşa ama başkalarının fikirleri seninkilerden ne aşağı konumda ne de üstün” mantığıyla sesleniyor. Kısaca: “Taşrada olan taşrada kalmalı” diyor