Antalya Bilim Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü’nden Prof. Dr. Tarık Oğuzlu, Trump yönetimindeki ABD yönetiminin Çin’e dair gitgide büyüyen tehdit algısını değerlendiriyor.
1980’li yılların başından günümüze Çin’in kat ettiği mesafe inanılmaz. Şu anda satın alma gücü paritesinden bakıldığında dünyanın en büyük ekonomisi. Doların nominal değeri açısından bakıldığında ise ABD’den sonra ikinci büyük ekonomi. Yaklaşık on üç triyon dolarlık yıllık zenginliğiyle ABD ekonomisinin yüzde yetmişi kadar üretim yapan Çin, artan ekonomik zenginliğine paralel olarak silahlanmaya da yıllık ortalama 200 milyar dolar harcıyor.
2016 yılı verileriyle söylersek 4 trilyon dolardan fazla değeriyle Çin, ABD’den sonra dünyanın en büyük ticaret hacmine sahip ülkesi. Dış ticaret dengesinde ihracat fazlası en yüksek ülke ve yüzden fazla ülkenin birinci ticaret ortağı. Başka ülkelerin Çin’in pazarına olan erişimleri onların kalkınmaları için hayati önemde. Üç trilyon dolardan fazla dolar rezerviyle başta ABD olmak üzere birçok ülkede en fazla dış yatırım yapan ülke Çin.
“Tek Yol-Tek Kuşak” projesi çerçevesinde yakın bölgesinden başlayarak dünyanın geri kalanını kendine entegre etmeye çalışan Çin, “ortak kader topluluğu” fikri etrafında âdete eski imparatorluğunu yeniden diriltmeye çalışıyor. Dış yatırım çekme ve gelişmiş teknoloji transferi noktasında kararlı olan Çin, kalkınmasını yüksek oranlarda sürdürebilmek için iç tüketimini artırıp katma değeri yüksek ürünler üretimine ihtiyacı olduğunu biliyor ve bu yönde adımlar atıyor. Başka ülkelerin pazarlarına erişimi konusunda serbest ticaret fikrini ağızından düşürmeyen Çin, söz konusu kendi pazarını başka ülkelere karşı korumak olduğunda bir yandan ulusal para biriminin değerini bilinçli politikalarla düşük tutarken, diğer yandan da korumacı politikalar izleyip stratejik sektörlere devlet yatırımını sürdürüyor.
Ekonomik gelişmesine paralel olarak daha fazla küresel sorumluluk alması gerektiği hatırlatıldığında Çin genellikle bundan kaçınıyor ve hala kalkınmakta olan orta gelir grubuna ait bir ülke olduğunu iddia ediyor. Her ne kadar dış politikasına yıllardır yön veren “yeteneklerini sakla ve zamanını kolla” düsturu son zamanlarda, özellikle de şimdiki Başkan Şi Çingping’in iktidara gelmesinden sonra, yerini daha iddialı politikalara bırakmaya başlamış olsa da Çin dış politikasında hala alttan alan, başkalarını ürkütmemeye çalışan ve barışçı kalkınma odaklı hareket eden bir ülke profili sergiliyor.
Tayvan Adası’nın geleceği, Doğu ve Güney Çin denizlerinin hukuki statüsü, Tibet ve Sincan Uygur bölgelerinin istikrarı ve Kore Yarımadası’nın geleceği söz konusu olduğunda aslan kesilen Çin, hayati çıkarlarını doğrudan ilgilendirmeyen konularda perde arkasında kalmaya özen gösteriyor. Küresel rakiplerinin temel ilgilerini Doğu ve Güney Doğu Asya’ya yönlendirmek yerine, Orta Doğu gibi enerji, zaman ve kaynak tüketici bölgelere yöneltmelerini keyifle izleyen Çin küllerinden yeniden doğup artık tamam olduğu günleri sabırla bekliyor. “Çin rüyası” olarak tarif edilen Çin’in aşağılanma çağının sona ermesi artık hiç olmadığı kadar yakın. On dokuzuncu yüzyılın ilk yarısında dünya ekonomik üretimin yarsını nerdeyse tek başına karşılayan Çin eski güzel ve ihtişamlı günlerine kavuşmayı iple çekiyor.
RAKİPLERİNİ ELEDİ
Bu süreçte, Şi Çinping’in başkanlığında takip edilen politikalar not edilmeli. 2012 sonunda iktidara geldiğinden bu yana güçlü bir liderlik sergileyen Çinping önce olası rakiplerini etkisiz hale getirdi. Yolsuzluğa karşı verilen mücadele çerçevesinde kendisine ileride rakip olabilecek etkili şahsiyetleri tasfiye eden Çinping bu süreçte Komünist Partisi’nin ve halkın desteğini önemli oranda arakasına aldı. Geçen senenin sonlarına doğru Çin Komünist Partisi Kongresi’nde ikinci kez parti genel sekreterliğine seçilen Çinping kendi siyasal fikirlerini ülke anayasasına yazdırtacak kadar güçlendi. Küresel düzende Çin usulü sosyalizm fikri çerçevesinde ülkesini dünyanın geri kalanına alternatif bir rol modeli olarak lanse eden Çinping, en son toplanan Çin Ulusal Halk Kongresi’nin kabul ettiği bir karar doğrultusunda isterse üçüncü kez, hatta ömür boyu, Çin Devlet Başkanlığı koltuğunda oturabilecek. Çin usullerine göre komünist partisi genel sekreterliği, devlet başkanlığı ve merkezi askeri komite başkanlığı (ordu komutanlığı) aynı şahısta birleşiyor. Devlet başkanlarının en fazla iki dönem, toplamda on yıl, görev yapacaklarına dair gelenekselleşmiş bir politika olsa da parti genel sekreterliği ve ordu komutanlığı için zaman kısıtlaması bulunmuyor. Yalnız devlet başkanlığı sona eren kişinin diğer iki görevinin de sona ereceği yönünde bir prensip var. En son kabul edilen karar doğrultusunda düşünecek olursak Çinping’in 2022-23 senesinden sonra da bu üç önemli görevi sürdüreceğini iddia edebiliriz.
Kendisiyle ilgili olarak “her şeyin başkanı” ifadesi kullanılan Şi Çinping, Mao’dan sonra Çin’in gördüğü en güçlü siyasi kişilik. Bu açıdan bakıldığında Çinping’in takip edeceği politikalar ve ülkesine biçtiği hedefler başta ABD ile olan ilişkiler olmak üzere küresel barış ve istikrar ortamını yakından etkileyecek.
Çin’in yükselişe geçtiği andan günümüze ABD’nin Çin’e yönelik politikalarını belirleyen en temel varsayım günün birinde Çin’in mevcut uluslararası topluluğun sorumlu bir aktörü olacağı ve ekonomide benimsediği serbest piyasa modeline paralel olarak siyasi düzlemde de liberal demokrasiye evrileceğiydi. ABD bu temel varsayımını mümkün kılmak adına, Çin’in yükselişine katkı yapmaktan geri durmadı. Çin’den önceki Asya Kaplanları’nın yükselişine verdiği desteğe benzer şekilde kendi iç pazarını Çin’in tüketim mallarına açtı, yatırımcılarını Çin’de yatırım yapmaya teşvik etti, Çin’in Dünya Ticaret Örgütü’ne katılmasını destekledi ve Çin’e yüksek teknoloji transferi noktasında destekleyici bir tutum takındı. İnsan hakları ve siyasi rejimin karakteri konusundaki eleştirilerini düşük düzeyde tuttu ve bu durumun iki ülke arasındaki ekonomik işbirliğini sekteye uğratmamasına özen gösterdi.
ŞAHİNLER GÜÇLENİYOR
2008 yılındaki küresel ekonomik krize kadar ABD’nin Çin’e yaklaşımını bu liberal bakış açısı belirledi. Son on yıldan beri ise Çin’e karşı gerçekçi ve şahin bir tutum takınılması söyleyen çevrelerin giderek daha etkili olmaya başladığını görüyoruz. Obama’yla başlayan bu süreç Trump’la birlikte daha görünür hale geldi. Obama’nın ABD’nin stratejik ilgisini Doğu Asya’ya yönlendirmeye başlaması ve Çin’in yükselişini bölgede bulunan geleneksel müttefikleriyle dengelemeye çalışması stratejisi Trump’la birlikte yeni bir çehre kazanıyor. Obama’nın Trans-Pasifik Ortaklığı çerçevesinde geleneksel müttefikleriyle çok taraflı ticaret ilişkileri kurarak Çin’i daha çok ekonomik alanda çevrelemeyi hedefleyen politikası, Trump’la birlikte biraz daha sertleşiyor. Trump, küresel düzeyde işleyen serbest piyasa ekonomisinin ABD’den çok Çin gibi ülkelere daha fazla hizmet ettiğine kani olmuş durumda. Ülkesinin basta Çin olmak üzere birçok ülke karşısında yaşadığı ticaret açıklarını yüksek gümrük vergileri yoluyla azaltmaya çalışan Trump, Obama’nın Çin’i dışarıda bırakan çok taraflı serbest ticaret ilişkilerini yetersiz buluyor. Alüminyum ve çelik ithalatına yüksek gümrük vergileri getirerek, korumacı merkantilist ekonomi politikalarına geçtiği sinyalini veren Trump aynı zamanda Rusya gibi Çin’i de ülkesi için en önemli dış tehditler arasında tanımlıyor.
''Geçen aylarda sırasıyla yayınlanan Ulusal Güvenlik Strateji ve Ulusal Savunma Stratejisi belgelerinde Çin, ABD’ye yönelmiş tehditler arasında en başta geliyor.''
Geçen aylarda sırasıyla yayınlanan Ulusal Güvenlik Strateji ve Ulusal Savunma Stratejisi belgelerinde Çin, ABD’ye yönelmiş tehditler arasında en başta geliyor. Buna ilaveten, “Hint-Pasifik” kavramı çerçevesinde Trump, ülkesi ile Japonya, Hindistan ve Avustralya arasındaki ilişkileri stratejik boyuta taşıyor ve bu dörtlüyü Çin’in karşısında alternatif dengeleyici blok olarak konumlandırıyor. ABD’nin Çin’e karşı değişen bu politikasını Trump’ın şahsına ve dünya görüşüne dayandıran ve dolayısıyla da Trump’ın gitmesiyle eski anlayışa geri dönüleceğini söyleyen çevreler hala etkili. Fakat Çinping liderliğindeki Çin’in liberal demokrasiye dönüşmek bir yana bunun tam tersi yönde evrildiğini ve bu yüzden de önümüzdeki yılların iki ülke arasında ideolojik bir mücadeleye sahne olacağını iddia eden çevrelerin sesi artık daha fazla duyuluyor. Trump’dan bağımsız olarak ABD ve Çin’in iki ayrı kutbun temsilcileri olarak birbirlerini algılamaları ve ilişkilerini “daha fazla rekabet-daha az işbirliği” üzerine yeniden inşa etmeleri artık yüksek bir ihtimal. Çinping’in bütün siyasi gücü sahsında toplamaya başlaması, ülkesindeki kurumların önemini aşındıran politikalar izlemesi, teknolojik imkânları devletin vatandaşlarını daha fazla gözetleyip kontrol altına alması adına mobilize etmesi ve devletin ekonomik kalkınma sürecinde stratejik düşünen bir aktör olarak uzun dönemli planlar yapıyor olması ABD ile Çin arasındaki ideolojik uçurumun önümüzdeki yıllarda daha da genişleyeceğini gösteriyor. Söz konusu ideolojik uçurumun içeriği konusu önemli ve kendi başına bir analizi hak ediyor. Bu aşamada şunu söyleyip makaleyi sonlandıralım: Trump ve Çinping başta oldukça iki ülke ilişkilerinin gerilimli yapısı ve küresel siyasetin belirsizliği devam edecek.