Görüşler

Prof. Dr. Tahsin Görgün yazdı: Almanya nefret söylemini körüklüyor

Prof. Dr. Tahsin Görgün yazdı: Almanya nefret söylemini körüklüyor

Almanya’nın art arda Türk politikacıların programlarını iptal etmesinin arka plânında ne var? Almanya’yı yakından tanıyan, İstanbul 29 Mayıs Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Tahsin Görgün kaleme alıyor.

PROF. DR. TAHSİN GÖRGÜN

Almanya’da iki Türk bakanın katılacağı toplantıların, sırf bu sebeple -ama sudan gerekçeler gösterilerek, engellenmesi Türkiye’de ciddi bir şaşkınlık ve kızgınlıkla karşılandı. İlk algı, Almanya’nın Türkiye’deki seçimlerde taraf olarak Türkiye’nin iç işlerine karışmak istemesi ve bu çerçevede temel hak ve özgürlükler ile ilgili olarak, sadece bakanların değil, Almanya’da yaşayan Türk vatandaşlarının da fikir ve toplanma özgürlüklerini engellediği noktasında oluştu. Son olarak “Boğaz’ın Hasta Adamı” (Kranker Mann am Bosporus) üst başlığı ile neşredilen “Das Parlament”in son sayısı, bu cihetten bir algılamaya hem gerekçe teşkil etti hem de derli toplu bir şahit olarak tecessüm etti. Gerçekten de bu son yayın, Almanya’da nasıl bir Türkiye resminin oluşturulduğunu görmek isteyenler için temsil gücü yüksek bir belge niteliğindedir.

DOZU ADIM ADIM ARTAN DÜŞMANLIK

Ama mesele zannedildiği gibi dar anlamıyla Almanya’daki yönetim tarafından gerçekleştirilen bir hak ihlâlinden veya Türkiye’yi uzaktan yönetmeye teşebbüsten daha fazla derinliğe ve bundan daha fazla kapsama sahip gözükmektedir. Bu derinlik ve kapsam dikkate alındığında meselenin göründüğünden daha ciddi ve sadece diplomatik bir kriz olarak, diplomatik araçlarla halledilemeyecek kadar büyük ve kalıcı olmaya yüz tuttuğu fark edilecektir.

Federal Hükümetin Türk siyasetçilere konuşma imkânı vermesi, halkın medya tarafından oluşturulmuş ve sıradanlaşmış beklentileri hilafına karar vermesi anlamına gelmektedir.

Her şeyden önce Almanya’da en azından 2010-2011 yılından itibaren adım adım yürütülen ve dozunu gittikçe arttıran bir Türkiye düşmanı söylem söz konusudur. Alman medyası, hep bir ağızdan, Erdoğan’ın şahsında Türkiye’yi düşman ülke kategorisinde hedefe yerleştiren bir söylemi bütün bir topluma benimseterek toplumun bütün algı ve idrakini belirleyebileceğini göstermiştir.  Bu söylem, en azından Gezi hadiseleri ile birlikte 2013 yılının Mayıs ayından itibaren tam bir kin ve nefret söylemine dönüşmüş durumdadır. Almanya’daki hemen bütün medya, başta gazeteler ve televizyonlar olmak üzere, Türkiye düşmanı olmayan söyleme müsamaha etmemektedir. Açıkça Türkiye üzerinde, Carl Schmitt’in siyasete esas olarak kabul ettiği “düşman” kategorisine denk düşen bir söylem yürütülmektedir. Sanki bir el, gizli ve derin bir el, bütün bir medyayı Türkiye karşıtı bir kin ve nefret söylemiyle dolduruyor.

Bugün Almanya’da Türkiye hakkında, hangi sebeple olursa olsun, müspet bir şey söylemek neredeyse mümkün değildir. Bu söylem adım adım öyle geliştirildi ki Almanya’da yaşayan insanlar için, “Türkiye hakkında müspet olarak söylenecek hiçbir şey olmadığı” gibi bir kanaat, artık hakikat olarak bilinir hale geldi. Almanya’da normal insanların, medyanın tesiriyle, herhangi bir Türk siyasetçisini bırakın kabul etmesini, ona katlanması bile kolay değildir; bu sebeple yerel yönetimlerin engelleme kararları, halkın medya tarafından oluşturulmuş, Türkiye düşmanı tavrına denk düşmektedir. Federal Hükümetin Türk siyasetçilere konuşma imkânı vermesi, halkın medya tarafından oluşturulmuş ve sıradanlaşmış beklentileri hilafına karar vermesi anlamına gelmektedir. Bu cihette, engelleme kararını veren yerel yetkililer, “düşmana” karşı nasıl davranmak gerekiyorsa öyle “kahramanca” davranmakta, yani Türk siyasetçilerin etkin olmalarını/etkinliklerini veya etkinliklere katılmalarını engellemektedirler. Kısacası, mesele sadece bir konuşma kısıtlaması ve Türk siyasetçilerin engellenmesi gibi basit bir hak ihlali veya diplomatik bir mesele değildir. Mesele tamamen bir düşmanlaştırma ve şeytanlaştırma siyasetinin geldiği bir aşamanın sıradan neticelerinden ibarettir. Bu şartların nasıl oluştuğunu anlamadan mevcut sorunu anlamak ve bunun çözümü yönünde bir adım atmak mümkün gözükmemektedir.

BND’NİN TÜRKİYE’Yİ TAKİP KARARI

Eğer biz bu süreci, Alman istihbarat örgütü BND’nin federal hükümet kararı ile 2009 yılından itibaren Türkiye’yi (muhtemelen düşman ülke kategorisinde, Çin ve Rusya kategorisinde/statüsünde) takip ettiğinin (Amerikalılar tarafından) ifşa edilmesi ile birlikte ortaya çıkan cihetten düşünecek olursak meselenin sadece bir “özgür medya” veya  gazetelerde ve “gazeteler için çalışan muhabirlerin” şahsi gözlem ve kanaatleri meselesi olmadığını, tam da burada muhabirler ile muhbirlerin birbirine karıştığını düşünmek için yeterince sebep ortaya çıkmaktadır. (BND’nin Türkiye’yi takip ederken kimleri, nasıl kullandığı; mesela FETÖ’nün burada nerde durduğu ayrıca sorulabilir/soruşturulabilir).

Almanya’da Türkiye hakkında müspet bir şey söylemek mümkün değil. ‘Türkiye hakkında müspet olarak söylenecek hiçbir şey olmadığı’ kanaati artık gerçekmiş gibi algılanıyor.

BND’nin Türkiye’yi düşman ülke statüsünde takibe alması ve son zamanlarda, en azından Mayıs 2013 Gezi hadiselerinden sonra Türkiye’ye karşı Batılı “dost ve müttefikleri” tarafından geliştirilen muamelenin, “hybrid war” kavramı çerçevesinde ele alınabilecek boyutlara ulaşması, bu süreçte ayrı bir önem arz etmektedir. Türkiye’nin böyle bir “tehdit” ile karşı karşıya olduğunu düşündürecek önemli veriler bulunduğu gibi 15 Temmuz darbe teşebbüsü sonrası yapılan muameleler, hele hele en azından bir “Stasi” hesaplaşmasını yakın geçmişte gerçekleştirmiş olan Almanya’nın, darbe teşebbüsü ve bunların sorumluları karşısında alınan tedbirler karşısındaki tavrı, böylesi bir algıyı güçlendirmektedir.

Almanya’da yürütülen kin ve nefret söyleminin, ilk bakışta, mesela Romanya ve Ukranya’da olduğu gibi Türkiye’nin de iç işlerine karışmak gibi bir amacı var gibi gözükse de bunun mesela Türkiye’deki kamuoyunu etkileme ihtimalinin hakikaten çok düşük olduğu açıktır. Türkiye’deki gerçek durumu bilen Almanya’daki Türklerin bile “fake it, leak it, spread it” (uydur, ifşa et, yay) ilkesine uygun bir şekilde işini yürüten Alman medyasına inanmadığı ve bu haberleri ve yazıları tüyleri ürpererek takip ettikleri dikkate alındığında mevcut durum oldukça anlaşılır olacaktır. Daha önce Alman medyasının -muhabir ve muhbirleri ile birlikte Almanya demek belki daha doğrudur- Türkiye’de bir iç karışıklık çıkartma umuduyla Gezi hadiselerine sağladığı desteğin insanların meselenin boyutlarını fark etmesi ile birlikte başarısızlığa uğraması yüzünden ve Türkiye’nin Arap Baharı sürecinde olduğu gibi haber siyaseti/uydurma haberler (fake news) üzerinden istikrarsızlığa sürüklenemeyecek bir toplumsal şuura sahip olduğu anlaşıldığı için böyle bir amacı gerçekleştiremeyeceği açıktır. 15 Temmuz da bu hususta epeyce fikir verecek bir hadisedir. Ayrıca Türkiye’de PKK ve DHKP-C gibi -bir şekilde Almanya ile de irtibatlandırılan- terör örgütlerinin eylemleriyle ve medyanın da önemli katkıları sayesinde turizm sektöründe “arzu edilen” tesir görülmekle birlikte bu hususta zannedildiği kadar başarılı olunamayışı, aksine bu odakların bitme noktasına geldikleri de bu yönden dikkate alınmalıdır. Aracıların/taşeronların başarısızlığı, sanki arka planda kalarak iş görmeye çalışanları açığa çıkmaya, bizzat müdahil olmaya zorlamış gibi gözükmektedir.

İlgili Haberler
YORUMLAR
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
Bunlar da İlginizi Çekebilir