Dünkü yazısında Musul meselesini ‘tarihi haklar’ açısından ele alan Doç. Dr. Mehmet Akif Okur, bu kez Milletler Cemiyeti’nin 1925 tarihli raporunu kaleme aldı.
Milletler Cemiyeti Komisyonu’nun Musul raporuna göre; sahada karşılaşılan gerçeklik, yeni uluslararası düzenin varsaydığı sosyolojiyle uyuşmamaktadır. Etnik kimlikler ve âidiyetler mevcut olmakla birlikte bunlar “ya, ya da”dan çok “hem, hem de” mantığına dayanmaktadır. Bu sebeple etnik Türk sayılmayan kesimlerin Türkiye’yi destekleyişleri “şaşırtıcı” bulunmaktadır. Tarihin tezgâhı bu coğrafyada Avrupa’dakinden farklı bir millet kumaşı dokumuştur. Tüm gruplar bir miktar diğerleriyle karışmış vaziyettedir. Etnik âidiyetler siyasi kararlar üzerinde bire bir belirleyici değildir. Aslında İngilizler’in “eğitimsiz” saydığı Musullular, ticari menfaatlerinden Türk idaresiyle ilgili olumlu hafızanın tezahürlerine kadar bir dizi sebeple gayet “rasyonel” tercihlerde bulunmaktadır.
Komisyon, bölge ahalisinin Türkiye’ye katılma isteğine dair bulgularını rapordaki pasajlara şöyle yansıtır: Bir kere bölgenin şehirlerinde bariz bir Türk varlığı mevcuttur…
“(Musul’dan Kerkük ve ötesine uzanıp) Ana cadde olarak anılan güzergah üzerindeki kasabalarda yaşayan nüfusun temel soyunun Türk olduğu hususunda şüphe bulunmamaktadır. İleri gelenler Türk’tür ve inceleyebildiğimiz evlerin çoğunda aile üyeleriyle Türkçe konuşmaktadırlar. Kerkük’te Hristiyanların bile kendi aralarında Türkçe konuştuklarını zikredebiliriz... Erbil yedi mahalleye bölünmüştür. Bu mahallelerin muhtarlarıyla mülakat yaptık. Milliyetlerinin ne olduğunu sorduğumuzda; beşi Türk olduklarını, biri Kürt olduğu kadar Türk olduğunu, biri de Yahudi olduğunu söyleyerek cevap verdi... Türkçe, ana cadde boyunca öneme sahip her yerleşimde konuşulmaktadır... Küçük Altın Köprü Kasabası kesinlikle Türk’tür. Tuz Hurmatlı nüfusu birkaç Yahudi aile dışında tamamen Türk yahut Türkmendir... Kara Tepe nüfusunun yüzde 75 oranında Türk/Türkmen olduğunu tahmin ediyoruz... Taza Hurmatli ve Tauk çoğunlukla Türk’tür.” Ayrıca, “kendilerini Arap olarak niteleyen (bazıları), Türk kökenli olduklarının farkındalar.”
Rapora göre, bölgede Kürtleşmiş Türkler de bulunmaktadır:
“... Onlar (Türkler) ana cadde boyunca çiftliklerde de mevcutlar, bunların çoğunun sahibi Türk eşraftır... İki milletin bu toprak üzerinde çok yakından ilişkili olduğu gerçeği göz önünde tutulduğunda (Türklerin) Kürtleşmesi çok hızlı ilerlediğine inandığımız doğal bir süreçtir. Daha önce de söylediğimiz gibi şehirlerdeki Türk ileri gelenleri bile sık sık Kürt hanımlarla evlenmektedir.”
Yezidilerin Türkiye tercihi
İngilizler, Musul’la Türkiye arasındaki bağları zayıf göstermek amacıyla Türkmenler’in ve Kürtler’in kökenlerine dair spekülatif tezler ileri sürerler. Londra’ya göre, Tel Afer’de konuşulan Türkçe’nin İstanbul lehçesinden çok Çağatay lehçesine benzeyişi gibi hususlar sebebiyle Türkmenler Osmanlı değildir. Bu yüzden Türkler’den ayrı bir milliyet olarak değerlendirilmeleri gerekir. MC Komisyonu, bu temelsiz iddiaları ciddiye almaz. Kürtlerin Turanîliği/İranîliği tartışmasının hedefi de aynıdır. Rapordaki kayıtlara göre; İngiliz akademyasının ürettiği prestijli Encyclopedia Britannica’da ve yine İngiliz Dış İlişkiler Ofisi Tarih Bölümü tarafından 1920’de basılan El Kitabı’nda Kürtlerin atası sayılan toplulukların Turan kökenli oldukları bilgisi yer almaktadır. Türkiye’nin bu kaynaklara yaptığı atıflara İngiltere “Britannica’nın yanılmaz olmadığını” söyleyerek itiraz etmiştir. Nitekim bu “yanlış” daha sonra düzeltilecektir. Britannica’nın ilerleyen baskılarındaki değişiklikler İngiliz emperyal siyasetinin icaplarının oryantalist çalışmaları nasıl yönlendirdiğine iyi bir örnek teşkil ediyor. MC Komisyonu’nun ulaştığı şu hüküm Kürtlere yönelik İngiliz propagandasının arkasındaki “kaygıları” özetliyor: “Eğer Kürtlere yerel yönetimle ilgili bazı garantiler verilmezse bu halkın çoğunluğu Türk egemenliğini Arap egemenliğine tercih edebilir.”
“... Sınır bölgesinden Türkiye’ye yönelik silahlı faaliyetlerin önleneceğine dair taahhüdün yerine getirilmeyişi egemenlik devri sözleşmesinin ihlali anlamına geliyor.”
Peki, Araplar Arap egemenliği hakkında ne düşünüyorlardı? Komisyon, Arap ahalideki Türkiye sempatisini şu cümlelerle tespit etmiş: “Çok sayıda Arap özellikle fakir sınıflar Türk taraftarı. Zaman zaman sempatilerini dokunaklı ifadelerle gösteriyorlar.” “En sıkı milliyetçi Araplar Türkiye’yi yabancı kontrolü altındaki bir Irak’a tercih edeceklerini söylüyorlar.” Yezidilerin Türkiye’yi tercih edişleri Komisyon için daha şaşırtıcı olmuştur. Yahudiler ve Hristiyanlar da İngiliz idaresinin devamı seçeneği hariç Irak’ı değil, Türkiye’yi istemişlerdir.
Irak ve ‘tartışmalı topraklar’
Raporda, Irak’ı destekleyenlerin ise Arap Krallığı ile herhangi bir dayanışma duygusu içinde olmadıkları, kararlarını manda yönetiminin devamı ihtimaline ve ekonomik beklentilere göre şekillendirdikleri belirtiliyor. Bu iki faktör olmasaydı danışılan kişilerin Türkiye’yi tercih edecekleri söyleniyor: “Irak’a dair ulusal bir hissiyat söz konusu değil... Bütün olarak ele alındığında Irak lehine ifade edilen fikirler çoğunlukla ortak bir vatanseverlikten ziyade özel çıkarlara ya da topluluk menfaatlerine dayanıyor.” Bu yüzden de “Eğer manda yönetimi kısa sürede sona erecekse Irak devleti taraftarlarının çoğu Türkiye’ye iade edilmeyi ister.”
Görüldüğü gibi Milletler Cemiyeti Heyeti dönemin uluslararası hukuk sisteminde sınırların yeniden çizilmesiyle ilgili güçlü bir ilke olarak benimsenen “halkların kendi kaderini tayini”ne esas oluşturabilecek şartlar açısından Musul’un Türkiye’ye bırakılması gerektiğini ifade ediyor. Komisyon, aşağıdaki pasajlardan anlaşılacağı üzere Musul’un uluslararası hukuk açısından Türkiye’ye ait olduğunu vurgularken, Ankara’nın bölge üzerindeki egemenliği ile bu ilke arasında herhangi bir uyumsuzluktan ima yoluyla da olsa söz etmiyor. Aksine, Musul’un Irak’a bırakılışını azınlıklar ile İngiliz hükümetinin isteğine uygun olarak sadece manda yönetiminin devamı gibi geçici siyasi şartlara bağlıyor. Manda idaresi son bulacaksa Musul meselesi için en uygun çözüm olarak bölgenin Türkiye’ye iadesini öngörüyor: “Komisyon hukuki açıdan, bu güç haklarından feragat edene kadar tartışmalı toprakların Türkiye’nin tamamlayıcı bir parçası olarak kabul edilmesinin zorunlu olduğu düşüncesindedir. Irak, ne fetih hakkını ne de herhangi bir başka yasal hakkı ileri sürerek tartışmalı toprakları isteyemez.”
“(Eğer manda yönetimi kısa sürede sona ererse) Türkiye’nin iç ve dış siyasi vaziyeti kendi haline bırakılmış bir Irak karşısında kıyasa yer vermeyecek derecede istikrarlı olduğu için Musul vilayetini Türk egemenliğine bırakmak daha iyi olacaktır.”
Bu cümleleri epigraftaki paragrafla birleştirdiğimizde, raporun müstakbel tartışmalarda hukuk tekniği açısından önem taşıyabilecek ne kadar değerli verileri kayıt altına aldığına bir kez daha şahit oluyoruz. Örnek vermek gerekirse; Milletler Cemiyeti Komisyonu, Irak Devleti’ni iki parçalı bir yapı olarak tanımlıyor: Devletin uluslararası hukuk açısından doğduğu Irak toprakları ile sonradan eklenen “tartışmalı topraklar/Musul”.
Bir başka dikkat çekici nokta da ne fiili İngiliz işgalinin ne de Milletler Cemiyeti kararının Türkiye’nin Musul’daki hukuki egemenliğini ortadan kaldıramayacağının vurgulanmasıdır. Komisyonun yorumuna göre, Türkiye’nin Musul’daki egemenliği ancak bu yönde yapılacak açık bir irade beyanıyla devredilebilir. Bu durum Türkiye, İngiltere ve Irak arasında 1926’da imzalanan antlaşmadaki hükümleri egemenlik devrinin şartlarına dönüştürmektedir. Dolayısıyla bir çizgi değil, 75 km derinliğinde bir alan olarak tanımlanan sınır bölgesinden Türkiye’ye yönelik silahlı faaliyetlerin önleneceğine dair taahhüdün yerine getirilmeyişi de egemenlik devri sözleşmesinin ihlali anlamına geliyor. Irak’ın eski Musul vilayetimizdeki hakimiyetini yitirebileceği gelecek senaryolarında, ardıllık/halefiyetle ilgili diğer hukuki meselelerle birlikte bu ve benzeri başka hususlar Türkiye’nin “tarihi haklara” ilişkin iddialarının dayanakları arasında yer alabilir.
“Dikkat çekici bir nokta da ne fiili İngiliz işgalinin ne de Milletler Cemiyeti kararının Türkiye’nin Musul’daki egemenliğini ortadan kaldırmayacağının vurgulanmasıdır.”
Son olarak, başa dönmek ve yazılarımın girişinde işaret ettiğim hukuk-siyaset ilişkisini bir kez daha hatırlatmak istiyorum. Dünya sistemi sancılı bir mecraya doğru akarken, yarınlar için dünü daha çok konuşmamız gereken bir döneme girdiğimiz de muhtemel iddialarımızın “tarihi/hukukî” dayanaklarıyla ilgili hazırlıklarımızı eksiksiz yapmamız gerektiği de doğru. Bununla birlikte en haklı tezlerin bile ancak küresel, bölgesel ve yerel güç dengeleri ile uluslararası düzene hakim genel iklimin çerçevesini çizdiği reelpolitik/stratejik zemin elverişli olduğunda yahut cesaretle aklı birleştiren hamlelerle elverişli hale getirildiğinde karşılık bulabileceğini unutmamalıyız. Türkiye’yi, tüm bu değişkenleri de gözeterek adımlaması gereken uzunca bir “süreç” bekliyor.